Bu Blogda Ara

5 Temmuz 2011 Salı

"Merhamet ve Metanet" Ken Wilber Hazırlayan: Hacer Çavuş & Zeliha Odabaş

Asıl adı Kenneth Earl Wilber Jr.’dır. 31 Ocak 1949 yılında Oklahoma’da doğmuştur. Amerikan ve Budist bir filozof ve Zen meditasyonu öğrencisi olan yazar, asıl derecesini biyokimya alanında yapmıştır. Bilinçlilik Spektrumu ile başlayan çalışmaları, transpersonel psikoloji alanındaki temel kuramsal çalışmalardan meydana gelmiştir. Yazarın esas olaak çalışmaları integral paradigma alanındadır. İntegral düşünce insan ve evreni anlamak için bilimsel ve ruhsal bakış açılarını biraraya getiren yeni ve gelişen bir harekettir. En ünlü sözcülerinden biri filozof ve psikolog Ken Wilber olan İntegral düşünce integral "beden, zihin, kalp ve ruh ile ilişkili olan" anlamına gelmektedir. 1990'ların sonu ve 2000'de Aurobindo ve Gebser'den etkilenen Ken Wilber "İntegral teori" olarak adlandırdığı kendi İntegral yaklaşımını geliştirmiş ve teorinin geliştirilmesi için bir think-tank olarak çalışan İntegral Enstitü'yü (Integral Institute) kurmuştur.

Ken Wilber'in integral teorisi birbiriyle ilk bakışta çatışan ruhsal, felsefi ve psikolojik teorilerin bu çatışkısının ardında onların gerçekliğin farklı katmanlarını analiz ve tarif etmesiyle ilişkili olduğunu Mevlana Celaleddin Rumi'nin Mesnevisinde de geçen körlerin fili tarifleri hikayesine de atıf yapılmaktadır ve aslında bu farklı öğretilerin hepsinin bir bütünün farklı parçalarını oluşturduğu ana teması etrafında şekillenmiştir.
Filozof Batıni (ezoteric), zahiri (exoteric) kavramlarını aktarım (translation) ve dönüşüm (transformation) kavramlarıyla ifade etmektedir. Aktarımda kişiye, hayatı hakkında düşünmesine yeni bir yol gösteren, iman doktrin veya inanç verilmektedir. Öte yandan aktarımın yardımıyla seçimler yapan bir insan tam bir dönüşüm yaşayabilir. Bu dönüşüm kimlikteki kökten bir dönüşümdür, yani inanan bir insan olmanın ötesinde bilen bir insan olarak yeniden doğmak gibidir. Bu dönüşümde aydınlanmanın ötesinde bir güçlenme sözkonusudur. Wilber’a göre dönüşüm için aktarım gereklidir fakat çok az sayıda insan aktarım olmadan da dönüşüm yaşatabilir.

Yazarın kitaplarından bazıları;
·        Her Şeyin Teorisi: A Theory of Everything: An Integral Vision for Business, Politics, Science, and Spirituality (Shambhala Publications, 2001)
·        Transandantal Sosyoloji: A Sociable God: A Brief Introduction to a Transcendental Sociology, New York: McGraw-Hill, 1983.
·        Merhamet ve Metanet : Grace and Grit: Spirituality and Healing in the Life and Death of Treya Killam Wilber .

Merhamet ve Metanet
Yaşam ile ölüm arasındaki ince çizgide gidip gelmek, adeta bir cambaz gibi ustaca, son derece soğukkanlılıkla ve öz acıma olmaksızın… Treya Killam Wilber’ı bu şekilde tanımlamak bence en doğrusu. Eşi Ken Wilber tarafından yazılan Merhamet ve Metanet, gerçek bir aşk hikayesi. Onların aşkı ilk görüşte değil ilk dokunuşta başlamış Treya’nın belirttiği üzere…Ken ile ortak arkadaşları vesilesiyle birbirleriyle tanışan çift iki hafta sonra evlenme kararı alırlar. Evliliklerinin üzerinden sadece on gün geçtiğinde hayatlarını inanılmaz ölçüde değiştiren o haberi alırlar. Treya göğüs kanserine yakalanmıştır. Bu haberle ikisi de derinden sarsılmış ve şok olmuşlardır. Balayı tatillerini tedavi için erteleyip araştırmaya girişmişlerdir. Kanserle yüzleşmesi ve bunu kabullenmesi zaman alan Treya Ken ile daha uzun zaman beraber yaşamak istemektedir çünkü o hayallerindeki ideal eşidir. Bunun için kansere dair tüm tedavileri büyük bir dikkatle incelemeye başlamıştır. Güvendikleri bir doktora danışıp tedaviye başlamışlardır. Bu süreçte Treya ve Ken hayatlarının önceliklerini sorgulamaktaydılar. Kanserin neden Treya’yı bulduğu ve bundan nasıl kurtulacağına dair uzun uzun düşünürler ve hayatlarında radikal kararlar alırlar. Treya yaşama arzusuyla ölümü kabullenme arasındaki kritik dengeye vakıf olmaya çalışmaktadır. Ken de Treya’yı daha çok sevdikçe onun ölüm fikrinden korkuyordu. Budizm’in temel öğretilerinden “Her şey fanidir, her şey geçer, hiçbir şey olduğu gibi kalmaz, hiçbir şey sonsuza kadar varolamaz.” gerçeğiyle yüzleşiyordu.
O yaz Treya hamile kalır. Bu habere çok sevinmiştir ancak doktorlar çocuğun alınmasını isterler. Fakat Treya Ken’den bir çocuk sahibi olma fikrinden vazgeçmek istemez. Tahoe gölü yakınlarında bir ev satın alırlar.Treya’nın taşıdığı kanser türü yüzünden kürtaj alması zorunludur ve çocuk alınır. Bu Treya için tam bir yıkım olmuştur. Ancak kanserden kurtulup tekrar hamile  kalabileceği ümidini taşımaktadır. Yaşadıkları bu travmaların etkilerini indirgemek için tekrar meditasyona başlarlar. Bununla beraber tekrar canlandıklarını hissederler. Bir süre sonra Treya lenf bezlerinin alındığı kolunun şişmiş olduğunu fark eder ve duşta sağ göğsünün altında iki yumru olduğunu hisseder. Doktora gittiklerinde bunun alışılmadık bir kanser tekerrürü olduğu gerçeğiyle karşılaşırlar. Operasyon tarihi kararlaştırılır ve Treya’nın sağ göğsü alınır. Tüm bunlar olurken Ken Treya’nın bu cesaretine hayran olur. Treya’nın sükuneti sürmektedir. Operasyondan sonra yeni bir tekerrürle karşılaşmamak için daha dikkatli bir program yaparlar. Treya özel bir diyet, megavitamin terapisi, meditasyon, visualization ve tasvipler, günlük tutmak ve egzersiz gibi yoğun bir müfredat takip etmektedir. Bu sırada Treya kontrollerine devam etmektedir. Ken ise Treyayı en fazla destekleyen kişidir. Ken bu ağır müfredatı kanserle eğlence olarak tanımlayarak Treya’yı motive etmeye uğraşıyordu. Radyasyon uygulanan bölgede bir tekerrür daha baş gösterir ve doktorlar bunun metastazik bir kanser olduğunda hemfikirlerdir. Treya bu durum karşısında öfke patlamaları yaşar ve kabullenmek istemez. Ken ile yaşadıkları tüm bu olaylar ilişkilerini yıpratmaya başlatmıştır.ikisi de her zamankinden çok birbirlerinin desteğine muhtaçtırlar. Treya’nın kullandığı Adriamycin onun menepoza girmesine ve bundan dolayı da bir daha çocuk sahibi olma ihtimalinin olmamasına sebep olur. Bu durum Treya’yı çok üzer. Treya kemoterapi tedavisine başlamıştır. Bu çok zorlu bir tedavidir. Ken daima yanında olarak eşini destekler ve Treya bunun için Ken’e minnettardır. Ken her an Treya’nın yanında olabilmek için en sevdiği iş olan yazarlığı da bırakmış ve hayatını Treyanın kanserle olan savaşına adamıştır. Tüm bu olanlar Ken’i çok yıpratmış ve onu alkole sürüklemiştir. Dahası x hastalığına yakalanır ve bu onu daha çok hırçın ve depresif bir kişi kılar. Kendi hatalarından ötürü Treya’yı suçlamaya başlar.evliliklerini yeniden yapılandırmak için bir evlilik terapistine giderler ve ilişkilerini bir düzene sokarlar. Bu arada Ken kendine zaman ayırmaya başlamıştır ve Edith adında bir gazeteciyle tanışır. Ken hayatından bahseder ve Edith’le iyi arkadaş olurlar ve psikoterapi ve tinsellikle alakalı bir röportaj yaparlar.
   Treya göğsünde tekrar bir yumru fark etti. Eliyle yumrunun olduğu bölgeyi incelediğinde yumrunun kanser olduğunu anladı. Artık kanserin ne şekilde olduğunu Treya’da Ken’de çok iyi biliyordu. Kanserle beraber geçen 3 yıldan sonra Treya çok değişmişti, hatta yaşadığı bu tekerrüre karşı minnet duyuyordu. Çünkü eğer bu tekerrürü yaşamamış olsaydı, kendindeki içsel değişimin de farkına varamayacaktı. Bu içsel değişimin bir göstergesi de Terry olan ismini Treya olarak değiştirmesiydi. Artık Terry öldü, yeni bir benlik Treya doğdu. Treya’nın ismini değiştirmesindeki büyük etken, artık feminen olmak istemesi, erkeksi bir kılıftan kurtulmaya çalışmasıydı. Treya ismiyle beraber aslında bir çok şeyi değiştirmeye çabalıyordu. Ken’in en çok sevdiği sözünü tekrarlayarak yoluna devam etmeye karar verdi, “Kaderin kurbanı değil, Tanığı olmak”.
Treya kanser ile mücadele ederken tedavinin tıbbı boyutunun yanında ruhi boyutuyla da ilgilenmeye başlamıştı. Psikanalist Frederick Levenson’un “The Causes and Preventetion of Cancer” adlı kitabını okuyordu. Bu kitap Treya’nın kanserin psikolojik nedenlerine dair yeterli bir çalışma olarak gördüğü birkaç kitaptan biriydi. Treya artık kanser pastasının ruhi dilimi üzerine çalışıyordu. Bu dilim %25’lik bir öneme sahip olsa da en can alıcı bölümü oluşturuyordu. Bu kitapta Levenson’un teorisi şöyle açıklanmış; “Eğer insanlar birer yetişkin olarak diğer insanlarla ilişki kurmak konusunda zor zamanlar geçirdilerse, kanser konusunda daha da kendilerine kapanık oluyorlar. Daha çok, sınırdurum bir bireyciliğe ve gereğinden fazla öz-yeterliliğe bürünüp asla yardım istemiyorlar, her şeyi kendi başlarına halletmeye çalışıyorlar. Bu yüzden, yüklendikleri yoğun stres, başkalarıyla ilişki kurmak ya da başkalarından yardım istemek ya da başkalarına bağımlı olmak konusunda tereddüt etmemek suretiyle, kolayca ortadan kaldırılamıyor. Bu yüzden, bu yoğun stresin kanalize olup gidebileceği bir yer kalmıyor ve eğer bu kişiler, genetik olarak kansere eğilim taşıyorlarsa, bu stres kanser için ateşleyici unsur haline geliyor”.
Treya’nın ilgi alanlarından biride meditasyondu. Hastalığı üzerine yapacağı tonglen meditasyonu esnasında, “ızdırap çeken (bir hastalık, bir kayıp, depresyon, acı anksiyete, korku) tanıdığınız ve sevdiğiniz birini gözünüzde canlandırın. Nefes alırken, bu kişinin bütün ızdırabını hayal edin (karanlık, siyah, katranımsı, yoğun ve ağır bulutlar olarak) burun deliklerinizden içeri giriyor ve aşağıya kalbinize doğru ilerliyor. Bu ızdırabı kalbinizde tutun. Daha sonra, nefesinizi dışarı verirken, bütün huzurunuzu, özgürlüğünüzü, sağlığınızı, iyiliğinizi ve erdeminizi alıp,bunu sağaltım, özgürleştirici ışık formunda bu kişiye gönderin. O kişinin, bunu içine aldığını ve kendini tamamen özgür, rahatlamış ve mutlu hissettiğini hayal edin. Daha sonra, bu kişinin içinde yaşadığı şehri düşünün ve nefes alırken bu şehrin tüm ızdırabını içinize çekin ve bu şehirde yaşayan herkese, bütün sağlığınızı ve mutluluğunuzu gönderin. Daha sonra bunu bütün ülke için ve daha sonra bütün gezegen için ve daha sonrada bütün evren için yapın. Yaşayan bütün canlıların ızdırabını alıp, onlara sağlık, mutluluk ve erdem gönderiyorsunuz.” Bu meditasyonun sonunda, Treya ve diğerleri ya gerçekten hasta olan birinin hastalığı bize geçerse diye düşündüler, ama buradaki asıl mesele şöyle düşünmek, “Ah, ne kadar da güzel! Demek ki bu işe yarıyor!” Bu meditasyonun getirilerinden biri, egoyu korumaya yönelik eğilimlerinizi devre dışı bırakmaya istekli olduğunuzda, içinizde gerçek değişimler olmaya başlar. Bütün acıyı çeken ya da bütün hazzı yaşan tek bir Öz olduğunun farkına varmak suretiyle, öz/öteki gerilimini seyreltmeye başlarsınız. Bir diğer getirisi de, diğerlerine yardım etmenin getirdiği mutluluk.
Ken’e göre, bir hastalığa genel yaklaşım, en alttan başlayıp yukarı doğru çalışmayı sürdürmek şeklinde olmalıdır. İlk önce fiziksel nedenlere bakılır. Bu mümkün olduğunca incelenir. Daha sonra olası duygusal sebeplere bakılır, bunlar incelenir. Son olarak da, zihinsel ve tinsel sebeplere bakılır. Bu son basamak çok önemli çünkü eskiden tinsel ya da ruhsal merkezli olduğuna inanılan hastalıkların aslında şimdi önemli fiziksel ya da genetik sebeplerden kaynaklandığı görülmüştür. Mesela, bir zamanlar astıma “boğan bir annenin” sebep olduğu düşünülüyordu, ama şimdi bunun biofiziksel bir sorun olduğu bilinmektedir.
Treya ilerleyen günlerde akciğerinde ve beyninde tümör olduğunu öğrendi. Hastalığı için elinden gelen her şeyi yapmasına rağmen durumunun bu kadar kötüye gitmesi Treya ve Ken’i çok kötü etkiledi. Bu tekerrürden dolayı Treya hastaneye yattı ve bir sürü tedaviden geçmek zorundaydı. Uzun bir tedavi döneminden sonra Treya mutlu haberi almıştı. Kemoterapiler işe yaramış ve beyindeki tümör çok az kalmıştı. Kemoterapiler esnasında Treya vizualizasyon meselesinde problem yaşıyordu. Çünkü hasta kemoterapinin hastalığa saldırdığını hayal etmeliydi. Treya’nın yaşadığı zorluk, aktife karşı pasif vizualizasyon denilen şeyin etrafında odaklanmasıydı. Treya sonuç olarak ikisinin de önemli olduğunu hissetmeye başlamıştı. Bu eyleme karşı olmak yerine ikisi arasındaki dengeyi kurmak çok önemliydi. Kanser hastalarının kullanmış olduğu vizualizasyon çeşidi oldukça aktifti. Bu kemoterapiler sonunda Treya kendi gözlemlerini bir kağıda yazıyordu ve bu notlar Amerika’daki bir çok kanser merkezine gönderiliyordu.
Treya ikinci bir içsel değişim daha yaşadı, bu değişim de olmak ve eylemek ile ilişkiliydi. Treya her zaman eylemeye yönelik olan yanıyla ilgilenmişti. İlk değişim Treya’nın olmaya yönelik olan yanını tekrar keşfetmesini sağlamıştı ve bu son değişimde olmak ve eylemin bir bütün haline sokulmasından ibaretti. Treya bunu “tutkulu sükunet” olarak adlandırıyordu.
Treya’nın kanserle mücadelesinden bu yana 5 yıl geçmişti ve Treya’nın kanserliyken yaptıkları; yüzlerce insana hem telefondan hem de yüz yüze görüşerek danışmanlık yapmak, San Farncisco’daki Kanser destek Topluluğunun kurucularından biri olmak, deneyimlerini ve içsel keşiflerini yazmak gibi desteklerde bulundu. Son zamanlarında artık sol gözü tamamen görmemeye başlamış, gece yatarken dahi oksijen tüpüyle uyuyordu. Ama bunlara rağmen, kendi için üzülme ya da geri çekilme girişiminde bulunmuyordu. Ölmekten korkmuyordu. Treya hayatı boyunca merhamet ve metanet, eylemek ve olmak, sükunet ve tutku gibi iki kutbu bir araya getirmeye çalışmış ve bu ardında bırakmak istediği son mesajı olarak ölmüştür.




"Güneşe Bakmak, Ölümle Yüzleşmek" Irvin Yalom Hazırlayan: Hatice Zahide ÇETİNKAYA

Yüreğim umutsuzluk içinde. Ölümden korkuyorum!

            Derinlerden taa derinlerden gelen bu dehşet çok eski zamanlardan bu yana insan oğlunun yüzleşemediği belki de kabullenmeye çalıştığı bir gerçek.Tıpkı Babil kahramanı Gılgamış arkadaşı Enkidu’nun ölümü karşısında “ Sen artık karanlıklar içindesinve beni duymaz oldun.Ben de öldüğümde Enkidu gibi olmayacakmıyım? Yüreğim umutsuzluk içinde .Ölümden korkuyorum.” Şeklinde ıstırabını ve çaresizliğini dile getirmiştir.Bu bağlamda bazılarımız ölümle ilgili açık ve bilinçli bir anksiyete yaşarken, bazılarımız için ölüm korkusu bütün mutluluk ve sevinci engelleyen bir dehşet haline gelir.Yani kimilerimiz için ölüm korkusu genelleşmiş bir huzursuzluk şeklinde kendini gösterir yada başka bir psikolojik bozukluk kılığına girer,öyle ki ilgisi olmayan semptomlarla ifade edilir.

            Bunun yanında Yalom’un kişisel deneyimleri ve klinik tecrubelerine göre ölümle ilgili anksiyete hayat döngüsü içinde artıp azaldığını göstermiştir.Ölüm korkusu normal olarak altı yaştan ön ergenliğe kadar, yani Freud’un örtük cinsellik dönemi olarak tanımladığı yıllar içinde kaybolur.Sonrasında ergenlikte ölüm korkusu büyük bir güçle yine ortaya çıkar: bir kaçı intiharı düşünür .Günümüzde çoğu ergen şiddetli viedo oyunlaruyla ikinci hayatlarında ölümün efendileri yada ölüm saçanlar haline gelerek ölüm anksiyetesine tepki vermiştir.Yıllar geçtikçe eregenin ölümle ilgili kaygıları kariyer sahibi olma ve aile kurmak gibi iki önemli yaşam görevi tarafından bir kenera itilir.Tabii diğer bir taraftan  bir kenarda olması ilerleyen dönemlerde daha büyük bir sinerjiyle ortaya çıkmasına zemin hazırlar.Ve otuz yıl kadar sonra çocuklar ayrılamaya,profesyonel kariyerlerinin bitiş noktasına ulaşıp ileriye bakılınca, gidilen yol yukarı değil aşağı doğru gittiği fark edilir.
            Her anı ölümün tamamen farkında olarak yaşamak hiç kolay olmayacaktır.Bu,güneşe dosdoğru bakmaya benzer; daha fazla dayanamazsınız.Belki de Platon’un söylediği gibi benliğimizin en derin noktalarına yalan söyleyemeyiz.Bizimle birlikte, bilinç zarının hemen altında uğuldayan ölüm; endişelerimizin,streslerimizin ve çatışmalarımızın kaynağıdır. Çünki ölmek hayatın yanlız yapılan tek olayıdır.Sızıntı yapan çeşitli semptomlar gizli ve kılık değiştirmiş şekilde ortaya çıkar. Ancak hayatı dehşete düşmüş bir şekilde geçiremeyceğimiz için korkuyu yumuşatacak yöntemlere başvururuz.Yalom’un bu korkuyla mücadelesinde “ Ölümün fizikselliği bizi yok etse de, ölüm fikri bizi esirger.” derken ölüm fikri insanı yeni arayışlara,uyanışlara ve hayata şefkatle yeniden hayata ağlanmaya sevk ettiğini, hatta öyle ki  ölüm fikrinin dehşeti hafifletmekle kalmayıp hayatı zenginleştireceğine olan inanci çok güçlü.
Varolmanın Farkına Varmak
“Gerçekte yaşayan varoluşumuz bu sonsuzluğun farkında olarak veya olmayarak hep içindedir.”[1]
                                                                                                                       Gariplerin Kitabı

            Okuduğum başka bir kaynakta kitabın kahramanı varolma çabasını şöyle ifade ediyor:
Özlem.Ama neyi özlediğimi bilmiyorum.Canımın çektiği şey ne bir kimse ne de bir nesneydi.Tanımlayabileceğim hiç bir biçimi,adını koyabileceğim hiç bir sıfatı yoktu,ama o olmadıkça ben noksan kalıyordum.Bu bilmediğim şey içimi alt üst ediyor,beni tedirgin kılıyor,Hayatım olarak bildiğim herneyse beni ondan uyandırıyordu,çünki özlediğim şey içerisinde öyle keskin ve tatlı öğeler barındırıyordu ki bugüne kadar tamış olduğum meyvalardan farklıy idi.Ve sonra anladım ki benim özlediğim şeyi Dükay biliyordu; o nereye gitmişse,ben de oraya gidebilirdim.Yolculuk o bomboş odada, hiç kıpırdamadığım bi an içinde başlamıştı.” [2]
            Yukarıda veciz bir şekilde ifade edildiği gibi herkesin bir özlemi,arayışı veya kaçışı var.Ve bu çabalara bir tür uyanma deneyimi diyebiliriz.Kimisi doğumla başlayan hayat yolculuğuna ölümle devam edeceği bilinciyle asıl yurda hasterinin bir tezahürü olarak ölmeden önce ölüm yolculunu deneyimliyor.Kimisi de bu ölüm gerçeğinin dehşetinden kaçış olmadığını idrak ederek=uyanarak daha anlamlı bir hayat yaşamayı deneyimliyor.Tıpkı Tolstoy’un Ivan İlyinç’in uyanışı gibi.
Hayatın Sonunda Uyanmak:
            Orta yaşlı, bencil,kibirli bir bürokrat olan Ivan İlyinç ölümlü bir hastalığı olduğunu ve dinmek bilmez bir acıyla öleceğini öğrenir.Ölüm yaklaşırken kendisini bütün hayatı boyunca saygınlık,görünüş ve parayla meşgul olarak ölüm kavramına karşı koruduğunu fark eder.Kendisini iyileşeceğine dair temeli olmayan umutlar vaad edilmesinden herkese öfke duyar.
            Sonra en derin noktasıyla yaptığı şaşırtıcı bir konuşmanın ardından kendine gelerek çok kötü yaşadığı için bu kadar kötü bir şekilde öldüğü gerçeğini görür.Bütün hayatı yanlıştır.Hyatını tren vagonlarında olduğu gibi ,o ileri gittiğini sanarkengeriye gitme deneyimine benzetir.Kısacası varolmanın farkına varır.
            Ölüm hızla yaklaşırken,hala zamanın olduğunu görür.Yanlızca kendisinin değil,yaşayan herşeyin ölmesi gerektiğinin farkına varır.Kendisi için yeni bir his olan merhameti fark eder.Başkaları için şefkat duymaya başlar:elini öpen küçük oğluna, hizmetkar çocuğa ve hatta ilk kez genç eşine.Neden olduğu acı için onlara üzülür ve sonunda acı içinde değil, yoğun merhametin hazzıyla ölür.
            Yaşanılan bu deneyim gündelik tarzdan çıkıp değişime geçmeye bir örnek.Diğer bir deyişle bir insanı uyandırıp sıradan tarzdan çıkararak ontolojik tarza girmesini sağlamak için genellikle yaşamsal veya geri dönüşü olmayan deneyimler gerekir.Bu duruma “uyanma deneyimi=idrak etme” diyebiliriz.
            Bu güzel kıssa bende farklı şeyler uyandırıyor,şimdi daha iyi anlıyorum niçin sık sık mezarlık, hastane ziyaretleri yapmak gerektiğini.Hayatın sıradanlığına kapılmamak ve ontolojik düzeyde anlamlı bir hayat yaşamak yani her anı daha canlı bir şükranla idrak etmek için her an yenilenme ve yeni uyanışlara ihtiyacımız var.Peki ölüm anksiyetesine karşı uyanma deneyimi yas nasıl bir etki uyandırıyor kişi de?Buna güzel bir vaka olarak Alice verilebilir.
Alice: sonsuza dek Fanilik
Eşi Albert’ın kaybıyla ve huzurevine gitmek zorunda kalmayla baş eden Alice,yas olayıyla kendi ölüm korkusunun üstünü açıyor.
Alzheimer hastası Albert’ın vefatından sonra ,arkadaşları ve ailesi kendi hayatlarına geri dönünce Alice boş evle karşı karşıya geldi ve yeni bir korku hisstemeye başladı: gece eve bir yabancı girmesi fikri.Alice kocasının yokluğuyla kendini korumasız hissediyord:kocası birkaç yıldır fiziksel olarak aciz durumda olsa da sırf varlığı bile güven hissi veriyordu.Sonunda bir rüya Alice’in hissettiği dehşetin kaynağını anlamasını sağladı.

“Bir havuzun kenarında oturuyorum,ayaklarım suyun içinde.Birden korkmaya başlıyorum,çünki suyun içinden bana doğru gelen büyük yapraklar var.Bacaklarıma sürtündüklerini hissediyorum-ığğğ....onları düşünmek şimdi bile ürpermeme neden oluyor.Siyah,büyük oval biçimliler.Yaprakları uzaklaştırmak için ayağımla dalga yapmaya çalışıyorum,ama ayaklarım kum torbalarıyla aşağıya çekiliyor.Belki de kireç torbalarıydı.”

“Burada paniğe kapılarak uyandım.Rüyaya geri dönmemek için saatlerce uykuya direndim.”
“Kireç torbaları?Bunun senin için ne anlamı var?” diye sordum.
“Gömülme,” diye cevap verdi.”Irak’ta toplu mezarlara kireç atmıyorlar mıydı?Hani veba sırasında da Londra’da kullanmışlardı.”
Demek eve giren davetsiz misafir ölümdü.Kendi ölümü.Kocasının ölümü onu ölüme karşı savunmasız bırakmıştı.
“Eğer o öldüyse ben de ölebilirim.Ben de öleceğim.”
Alice eşinin vefatından sonra huzurevine çıkmaya karar verdi.Artık Alice’nin zihni yanlızca eşyaları elinden çıkarmayla meşguldu.Mobilyalar,hatıralar,antika enstrüman koleksiyonuyla dolu dört odalı bir evden küçük bir odaya taşınması pek çok eşyasından kurtulmak zorunda olması anlamına geliyordu.En zor seçim ise Albert’la hayatları boyunca toparladıkları müzik aletlerini ne yapacağıydı.Üzüntüsü hatırası olan eşyalarına onun gibi değer vermeyecek insanlara dağıtalacağıydı.Ve son olarak kendi ölümü çelloya, flütlere ve daha pek çok şeye gömülü olan zengin hatıraları tamamen silecekti.Geçmişi onunla birlikte yok olacaktı.
Ve evi boşalırken Alice’in kendisi de acılı ve evinden ayrılmaktan nefret eden bir duldu.
            Hayatın bir geçit töreni olduğunu söylüyordu kendi kendine!Faniliğin her zaman farkındaydı.Şimdi kendisinin fani olduğunu,daha önceki sahipleri gibi kendisinin de o evden geçip gittiğini gerçek anlamıyla fark ediyordu.Eşyalarından vazgeçmek ve taşınmak,bol mobilyalı ve halı kaplı hayatın sıcak ve rahat yanılsamasıylakendini örten Alice için bir uyanma deneyimiydi.Artık eşya bolluğunun onu varoluşunun çoraklığından koruduğunu öğrenmişti.Alice de hayatın süssüz iskelesini ve aşağıdaki hiçliği görmütü.
            Alice’in hikayesi,kocasının ölümü ile kendi ölüm anksiyetesinşn ortaya çıkışıyla sonuçlandı.Önce dışsallaştırdıve eve izinsiz girecek birinden duyulan bir korkuya dönüştü;sonra bir kabus haline geldi;ardından yaşadığı yas sırasında “eğer o ölebiliyorsa ben de ölebilirim”, farkındalığna varmasıyla daha açık bir hale geldi.Bütün bu deneyimlerin yanı sıra değer verdiği onca şeyin,anı yüklü eşyaların kaybı onu ontolojik tarza yönlendirdi;bunun sonucunda da anlamlı kişisel değişimler yaşadı.  Bunun yanında bu iyilik halinde rol oynayan başka bir etmen vardı:özgürleşme hissi.Mobilyalarını bırakmak onun için büyük bir kayıp olduğu gibi büyük bir rahatalama da sağlamıştı.Onları bırakmak kozadan çıkmak gibiydi.Seksen yasında yeni bir hayat ve yeni bir başlangıç olan kendine has bir odası olan yeni bir Alice.
Bunun yanında ölüm anksiyetesini arttıran diğer bir unsur ise yaşanmamış bir hayata duyulan özlem yada yaşanmamışlağa karşı derin bir pişmanlık.Julia içinde yaşattığı tertemiz hayallerini yaşamak zorunda olduğu dünyada gerçekleştirememişti, yetenekli bir ressam olacağına inanıyordu.Resimlerini hep tamalamadan rafa kaldırıyordu.Terapistiyle olan görüşmesinde saçma bir hayat yaşadığının farkına vardı.Bir kaç seans sonra üzüntüsü,korkulu davranışları çözüldü,hayatını yetersiz ve tatmin edici olmayan şekilde yaşamasıyla doğrudan mücadele etmeye başladı.
Terapisti:”Ölümün tam olarak nesinden korkuyorsun.”
Julia’nın yanıtı: “Yapmadığım herşey “
Başka bir deyişle hayat ne kadar yaşanmamışsa ölümden o kadar korkarsınız.
Epikouros:Her zaman ve her yerde var olan ölüm korkusu                                          
Yalom’un kendi ölüm anksiyetesini hafifletmede ve hastalarıyla çalışmada çok yararlı bulduğu üç iddası:
1.Ruhun Ölümlülüğü
Epikouros ruhun ölümlü olduğunu ve bedenle birlikte yok olduğunu söyler.Eğer biz ölümlüysek ve ruh yaşamaya devam etmiyorsa ölümden sonraki hayattan korkmamız gereken bir şey olmadığında ısrar etmiştir.Herhangi bir bilinç belirtisi,yitirilen hayat için duyulan pişmanlıklar yada tanrılardan kı-orkacak bir şey olmayacaktır.
2.ÖlümünNihai Hiçliği
Ruh ölümlü olduğu  ve ölümle birlikte dağıldığı için ölümün bizim için hiç bir anlamı olmadığını ileri sürer.Dağılan şey algılanmaz ve algılanmayan şey bizim için bir hiçtir.Başka bir deyişle benim olduğum yerde ölüm yok;ölümğn olduğu yerde ben yokum.
“Algılamamızın mümkün olmadığı ölümden neden korkalım ki.”Çünki ölü olduğumuz için hiçbir şey bilmeyeceğiz.
3.Simetri İddası
Ölümden sonraki var olma durumumuzun doğumdan önceki durumumuzla aynı olduğunu avunur.Büyük Rus Romancı Vilademir Nobokov Konuş:Bellek otobiyografisinde” Beşik büyük bir boşluğun üzerinde sallanırken sağduyum bana varoluşumuzun iki karanlık sonsuzluk arasında kısa ışık yarığı olduğunu söylüyor.İkisi de birbirinin aynı olmasına rağmen insan bir kural olarak doğum öncesi boşluğu,gitmekte olduğu boşluktan daha sakin bir şekilde karşılıyor,satte 4500 kalp atışıyla.
Kişisel olarak,Epikouros’un fikirleri ne kadar yatıştırıcı olsada bana göre kesin çözüm değiller.Ne kadar bilincinde olmasakta ölümün sonu belli olamayan ve bilinmeyen herşey herşeye rağmen korkutucudur. En önemlisi de bir ölüm var ve bir de kabir kapısı.Eğer bu fikirler ölümü ve kabir kapısını ortadan kaldıracaksa ölüm ve sonrası yokmuş gibi inanalım;yok edemediğine göre tam bir huzur ve rahatlama sağlamayacağı da nettir diye düşünüyorum.
Dalgalanma:
Benim adım Ozymandias,Krallar Kralı
 Yaptıklarıma bak,ey insan ve kederlen.”
İyi davranışlar insan ölümüne kadar eşlik eder ve dalgalanarak sonraki kuşaklara aktarılır.
Yalom kendi hayatında ve danışanlarıyla bu fikri çok etkili bir şekilde kullanıyorlar ve ciddi bir huzur duyuyorlar.Bu yöntemi kendi üzerimde de deneyimlediğimde şu ana kadar bilinçsizce yada bilinçli yapmaya çalıştığım ve bir gün hayatın sonuna geldiğimde pişmanlığımı bir nebze olsun azaltacağına inandığım şeydir dalgalanma.Aslında bu şey kendi mahiyetinde müthiş bir sinerjidir. Yani farkında olmasakta  geride kendimizden birşeyler bırakabileceğimiz fikri,insanın faniliği ve sonlu oluşundan kaçınılmaz bir şekilde anlamsızlığın doğduğunu idda edenlere karşı etkili bir yanıt,kendinin farkında olan diğer özlerle bağlantıyı ifade eder;bu olmadan dalgalanma mümkün değildir.
                                                                                                                                          
            Müthis bir şekilde etkilendiğim bir husuta bir gün bu hayatın geçmişim gibi elimden kayıp gidiyor ve bir daha geri getirilemiyor oluşu beni şu anıma ve geleceğime daha da bir bağlıyor.Tıpkı ölümünde bir daha bu hayatı yaşamayı mümkün kılmayacağı gibi.Hayata değer vermenin yolu,başkaları içi şefkat duymanın yolu her şeyi en derin şekilde sevmenin yolu bu yaşantıların sonunda kaybolacağının farkında olmaktır.

         Yalom’a ve aynı fikri bağlamda Jung’a katılmadığım bir nokta var o da şu: “Tüm benliğimiz ve düşüncelerimizle bu dünyaya bağlıyız” fikri bana okuduğum bu kitaptaki neredeyse herşeyi anlamsız kılacak kadar güçlü bir ifade.Eğer ki herşeyimizle buraya bağlı isem sadece dünyaya fırlatılmış olmamın ve ölümü yaşayacak olmamın karşısında duyduğum dehşetin kaynağı ne.Bilincim ölümü hissetmeyecekse ben niçin ölümden tüm beliğimle korkuyorum.Yani pişman olamyacak şekilde-kendini gerçekleştirerek yaşanmış hayatın yanında ölüme hazırlıklı olmak ve yolculuğun sadece bir parçası olan ölüm yolculuğunu bir basamak olarak asıl olana karşı özlemle nihalileşirse ölüm daha da bir güzelleşiyor kendi nezdimde.Bu da Yalom’un daha önce belirttiği dalgalnma sinerjisiyle ve varoluş çabalarıyla mümkün olur diye düşünüyorum.

             Bir insan ve bir psikoterapist olarak son derece etkileyici bir insan olan Irvin Yalom’un şeffaflığı, samimiyeti ve açıklığı beni çok etkiledi.Öncelikli olarak terpistten evvel bir ansan olduğunu unutmadan, terapistin diplomaları –eğitimleri karşındaki insana karşı kendini üstün kılmıyor.Danışana aynı endişeleri yaşadığımızı ve aynı süzreçlerden geçtiğimizi gerekli yerlerde,karşımızdakine faydalı olacağına inandığımız noktada bizimde ızdıraplarımız olduğunu iyi bir model olarak ifade etmek bana çok insani ve anlamlı geliyor.Terapistin başaklar gibi içi doldukça başakların yüzünü yere eğmesi gibi insanlar karşısında insanlardan bir insan oluşu çok anlamlı.


[1] Dallas I.,Gariplerin Kitabı,Şule yayınları,sf.119
[2] Dallas I.,Gariplerin Kitabı,Şule yayınları,sf.18

"Duygusal Zeka Neden IQ'dan Daha Önemlidir? Daniel Goleman Hazırlayan: Gülten TÜRER

Daniel Goleman’ın Hayatı
1946 yılında California, Stockton’ da doğan Amerikalı psikolog ve danışman, özellikle duygusal zekâ (emotional intelligence, EQ) üzerine çalışmalarda bulunmuştur. The New York Times’ da davranış ve beyin bilimleri konularından sorumludur. Makaleleri dünya çapında yayınlanmaktadır. Duygusal zekâ ile ilgili yazdığı kitapları farklı dillerde tercüme edilmiştir. Doktora derecesini aldığı Harward Üniversitesi’nde ders vermiştir. Pyschology Today’in baş editörlüğünü yapmıştır.
Eserleri:
  • With K. R. Speeth: The essential psychotherapies. Theory and practice by the masters New York: New American Library, 1982.
  • Vital Lies, Simple Truths:  the psychology of self deception. New York: Simon and Schuster, 1985.
  • The Mediative Mind: Varieties and Mediative Experience. Los Angeles:J.P. Tarcher, 1988.
  • The Creative Spirit. New York: Plume, 1992.
  • Emotional Intelligence: Why it can matter more than IQ. New York: Bantam Books, 1995.
  • Working With Emotional Intelligence. New York: Bantam Books, 1998.
  • With R. Boyatzis and A. Mckee Primal Leadership: Realizing the Power of Emotional Intelligence, Boston, MA: Harward Bussiness Pres, 2002.
Duygusal Zekâ
Duygusal zekâ var mıdır? Biz bu zekâmızın farkında mıyız? Yaşamımızda ne kadarını kullanıyoruz? Becerilerimizde, karar vermemizde, düşüncemizde, harekete geçmemizde daha da ötesinde hayatımızın neresinde ve ne kadar etkili? Tüm bu sorular Daniel Goleman tarafından etkin bir dille cevaplanıyor ve bilinmeyenin kapısının aralandığı ve kendinizi düşünce ötesinde hissettiğiniz, biyolojik açıklamalarla desteklenmiş fikirleriyle Duygusal Zekâ kitabı okuyanlar için eminim ki gözlemleyebilecekleri farklı bir boyut göstermiştir.
Goleman duygusal zekayı,  “kişinin kendi duygularını anlaması, başkalarının duygularına empati beslemesi, ve duygularını yaşamı zenginleştirecek biçimde düzenleyebilme yetisi" olarak tanımlıyor. Goleman'a göre beynin düşünen parçası, beynin duygusal parçasından ürüyor. Beynin düşünen ve duygusal parçaları genelde yaptığımız her şeyde birlikte çalışıyor ve gerek iş yaşamında gerekse özel yaşamda başarılı ve mutlu olmak, insanların duygusal zekâ becerilerine bağlıdır.
Duygu (emotion) sözcüğünün kökü “motere” dir. Latince “hareket etmek” anlamına gelen fiile "e-" ön eki getirildiğinde anlamı uzaklaşmak. Bu da, her duygunun bir harekete yönelttiği fikrini vermektedir. Tüm duygularımız bizi harekete geçiren ve hedefe ulaşmamızı sağlayan birer araçtır. Biz o aracın kullanımını çok iyi bilirsek, onu en iyi şekilde yönetebilirsek, hedefimize daha başarılı bir şekilde ulaşırız. Goleman'a göre IQ 'nun hayattaki başarıya katkısı en fazla yüzde yirmidir; geri kalan yüzde sekseni belirleyen başka etkenler vardır. Bu başka etkenler bizim çevremiz, sosyal yaşantımız, duygularımız, hissettiklerimiz ve onlara ne kadar gem vurup, ne kadar akışına bıraktığımızla alakalıdır.
Akış, bir kişinin kendindeki beceriyi kendinden geçercesine, kaygıyı, endişeyi, egosunu bir kenara bırakıp sadece o işi yaptıran güçtür. Bu seviyeye erişebilmek, kişinin ancak çok sevdiği bir işi yapmasıyla ve o işte yetenekli olmasıyla gerçekleşebilir. Resim yapmayı örnek alalım. Goleman da kitabında sanat okuluna giden ve sonrasında ressamlığa kadar uzananların hikâyesi ele almıştır. Bu işe para kazanma, meşhur olma hevesiyle girenlerin mezun olduktan sonra başka işlerle uğraştığını, yeteneği olup, resim yapmaktan haz duyanlarınsa başarılı birer ressam olduklarını gözlemlemiştir. Bu kişiler tuval üzerindeyken kendinden geçiyor ve fırça darbelerinin hareketiyle kendi fizyolojilerinin adeta bir bütün olduğu hissine kapılıyorlar. Bu hissi anlıyorum. Çünkü ben de resim yapmayı çok seven ve yaparken kendimi kaybedip dış dünyayla temasını koparanlardanım. Sonuçlarında ise kendimden memnun oluyorum. Sanki ilahi bir el bunu bana yaptırıyormuş gibi huzuru hissediyorum. Demek ki duygusal zekânın o anda tüm bağları koparmasıyla oluşan hedefe varma düşüncesini dahi fark etmeden yapılan iş, performansta gözlemlenen bir artış gösteriyor.
Duygusal zekâya biyolojik olarak yaklaştığımızda ise amigdala ve limbik sistemin varlığıyla karşılaşıyoruz. Amigdala, frontal lob hasarlarından kaynaklanan davranım bozukluğu vakalarında, kişiler daha evvel başarılı, iyi evliliği olan, herkes tarafından sevilen kişiler olmasına rağmen daha sonra, yaşamlarının değiştiği, işlerini kaybettiği, organizasyon, işleri sıraya koyma ve öncelikleri, sebat etme, duygusal durumlara karşı direnç gösterme, zorluklarla mücadele edebilme konularında önceki hallerinden düşük performans göstermişlerdir. Bu da amigdala ve limbik sistemin duygusal zekâdaki önemini bir kez daha ortaya koymuştur.
Yine yapılan araştırmalarda, üniversite giriş sınavlarındaki derece ve okul başarılarında yüksek performans göstermiş, IQ testinden yüksek puan almış duygusal zekâ performansları da düşük olan öğrencilerin okul sonrasındaki performanslarına bakılmış. Beklendiği gibi geniş bir entelektüel ilgi ve yetenekler dizisine sahiptir. Hırslı, üretken, istikrarlı, sebatkâr ve kendi sorunlarını dert etmeyen birisidir. Ayrıca eleştirici, tepeden bakan, titiz, duygularına gem vuran, cinsellik ve duygusal deneyimler konusunda tutuk, kendini açmayan, mesafeli, duygusallık açısından ise kaygısız ve soğuktur.
Buna karşılık, duygusal zekâsı yüksek olanlarda ise sosyal açıdan dengeli, dışa dönük ve neşeli, korkaklığa ve derin düşünmeye yatkınlığı olmayan kimselerdir. İnsanlara ve davalara bağlanma, sorumluluk alma, etik bir görüşe sahip olma özellikleri dikkat çeker. İlişkilerinde başkalarına karşı sevecen ve ilgilidirler. Kendileriyle, başkalarıyla ve yaşadıkları sosyal dünyayla barışıktırlar.
Bu araştırmadan anlaşılacağı gibi duygusal zekâ, bizim hayatımızı yaşanır hale getirmek için işliyor ve doğuştan gelen ve çevrenin etkisiyle geliştirdiğimiz IQ birleşiyor. İçten gelen ve bizim IQ muzun kullanım kılavuzu olan, bizi engelleyen, teşvik eden duygusal zekâmız, sahip olduğumuz değerleri sistemli bir şekilde yönetmemizi sağlıyor. Nerede, nasıl hareket edeceğimizi, gelen uyarılara karşı nasıl tepkiler vermemiz gerektiğini, zorluklarla mücadele etmemizi ve aldığımız kararları uygulamaya iten gücü sağlıyor.
Goleman kitabında tasalanmanın duygusal zekâyı nasıl saf dışı bıraktığından bahsediyor. Tasalanma, olabilecek aksaklıkların ve bunlara karşı alınacak önlemlerin bir provasıdır. İnsan beynini oyalayan ilerleyen dönemlerinde, fobi, anksiyete, saplantılar, kontrolsüz güdüler olarak karşımıza çıkabilir. Tasalanma gerçekleştirene göre bir anlamda, hayatın tehlikelerine karşı olumlu çözümleri önceden üretmektir. “Tasalar genellikle zihnin gözünde değil, kulağında, yani görüntüler yerine sözcüklerle ifade bulur.” diyor Goleman. Tasalanma öğrenilen bir şeydir. Annelerimiz bizlere nasıl korumacı bir şekilde yaklaşıyorsa, engeller, tehditlere karşı uyarmada bulunuyorlarsa bizde öyle davranmaya başlıyoruz. . Bunlar aslında annelerin tasalanmaları, halk dilinde evhamlarında kaynaklanmaktadır. Eğer patolojik boyuta çekilirse de daha tehlikeli bir hal alıyor. Duygusal zekâmızın bu kadar köreldiği bir güdü, hayatımızı ne kadar da etkiliyor. Evden çıkamama, tasalanma yüzünden hayatı kaçırmamıza neden olan bir şeyde duygusal zekâmızı kullanamıyoruz. Çünkü muhakeme yeteneğimizden o anda mahrum kalıyoruz. IQ seviyesi ne kadar yüksek olursa olsun bu tarz bir patoloji de bulunan insanların hayatlarından lezzet alamayacak hale gelmesi elbette ki duygusal zekânın yanında IQ seviyesinin önemini kaybettiriyor. Aslında sadece bu örnekten duygusal zekanın IQ dan daha önemli olduğunu anlamamız bile Goleman’ ın çok kuvvetli bir konuyu savunduğunun göstergesidir.
Duygusal zekâ da depresyonu ele alalım. Kendinden nefret eden, küflü bir neşesizlik ile kasvet çökmesi içinde kendini kaybeden, “duvarlar üzerime doğru geliyor, sanki bir beni sıkıyor, nefes alamayacak duruma geliyorum, hayatın tadı ve anlamı kalmadı, kendimi değersiz hissediyorum, kendimi tanıyamıyorum, uyuyamıyorum, yapmam gerekenlerin bir faydası yok, uyuşmuş gibiyim, bir kırılganlık var ama?” gibi sözler sarf etmek ve yabancılaşma duygusunu en derinden şekilde yaşamak, hepsinden beteri insanı boğan bir kaygıya sahip olmak… Bir de zihinsel belirtilere bakalım: “Zihin karışıklığı, dikkati toplayamamak ve bellek kaybı”. Daha sonrasında “dünyanın çivisi çıktı ben niye burada durayım ki, zaten fazlayım” demek ve intihar girişimine kadar giden bir düşünce bozukluğu. Goleman, böylesi derin depresyonlarda hayat felç olur; yeni bir başlangıç yapılamayacağını onların çaresizliğinin farkında bir dille anlatıyor bir dille anlatıyor ve ekliyor depresyonun sadece belirtileri bile hayatı dondurmaya yeter. Zihinsel işlevler artık görevini yapmıyor. Düştüğü durum ayna tutulup gösterilse kendisi bile korkacak hale gelenlerde duygusal zeka aramak sanırım biraz olanaksız. Muhakeme yeteneğini kaybetmiş, kaygı düzeyi yüksek, hayatından zevk alamayan, yeteneklerinin farkına varmak için ilahi bir işarete ihtiyacı varmışçasına umutsuz insanların duygusal zekalarını kullanamadıkları bir gerçek. Yine burada da IQ ve duygusal zeka arasındaki büyük farkı görebilmekteyiz.
Bu kitabı okuyup da Benjamin Franklin’in şu sözü not almaya yoktur: “Öfke hiçbir zaman nedensiz değildir, ama ender olarak iyi bir nedeni vardır.”.Kişilerin en zor kontrol ettikleri duygunun öfke olduğu bulgulanmıştır. Öfkesini kontrol edemeyip, ona yenik düşenler daha sonra yaptıklarının farkına vardıklarında utanç duygusu ve pişmanlıkla savaşmak zorunda kalırlar. Bu da insanları depresyona kadar götürebilen boyuttaki düşünce yıkımını oluşturur. Duygusal zekanın ket vuramadığı öfke anında kişi mantığının dışına çıkar. Duygusal zeka seviyeleri düşük olanlar, trafikte kavga edenler, karısını dövenler, sonrasında neler olabileceğin hesabını yapamayan kişilerdir. Bütün u duygulardan yoksun olanlar ise-pişmanlık, utanma duygusu- psikopat denilen gruptur. Onlar vicdandan mahrumlardır. Yaptıkları dehşet verici şeylere karşı kulp bulurlar ve bundan zevk alarak yaparlar. Hemen hepsinin sonun da ise pişman olmadıklarını görürsünüz. Bu tür bir duygusal zeka yoksunluğunun patolojiyle iç içe geçtiği görülüyor. Anti sosyal kişilerin empatiden yoksun oldukları gözenmiştir. Zarar verdikleri kişinin hissettiklerini anlayamadıklarından dolayı acı vermek onlar için bir şey ifade etmez. Tecavüzcülerin yalanları, “Kadınlar aslında kendilerine zorla sahip olunmasını isterler.”  ve ya “Karşı koyuyorsa aslında naz yapıyordur.”, tacizcilerin ki ise, “Ben çocuğun canını yakmıyorum sadece sevgimi gösteriyorum.” , “Bu da şefkatin başka bir ifadesi” şeklindedir. Kendilerini haklı çıkaran cümleler seçerler. Çünkü haklı olduklarını düşünürler. Çevrelerine zarar verirken empatinin devreden çıkması, onların duygusal döngüsünün bir parçasıdır. Eğer o an empati kurabilseler yaptıkları şeyden rahatsız, huzursuz olurlar. Zarar verdikleri kişilerin, korkması, iğrenmesi, kaçmaya çalışması algılanmaz. Yaptıkları davranışlar kaygı dalgası yaratmadığı için, cezalandırılacakları endişesini taşımazlar. Limbik beyin bozukluğundan kaynaklanan bu tür davranışlar, duygusal zekanın sosyal çevre açıdan da önemini vurgulamaktadır.
İnsanlar daha bebeklik dönemlerinde empati kurmayı öğreniyorlar. Annenin tepkisizliğine ağlayarak cevap vermeleri, güldüklerinde onlarla birlikte gülmeleri, ya da parmağı acıdığı için ağlayan arkadaşlarını görünce annelerinin yanına giderek parmaklarını ağzına götürmeleri onların empati duygusuyla doğduklarını gösteriyor. Annelerin çocuklarının tepkilerini anladıklarını göstermeleri ve buna onların diliyle cevap vermeleri empati gelişimi için çok önemli bir ayrıntı.
Goleman, eğitimcilerin ve araştırmacıların sürekli göz ardı ettiği bir olaya işaret ediyor: Duygusal cehalet, kişinin bir olay karşısında mantığından önce öfkesine yer vermesidir. Günümüz gençliğinde tırmanışa geçen şiddet eğilimi, madde kullanımı, aşırı saldırganlı, empati kuramama, duygusal cehaletin bir getirisi olarak görülüyor. Okullardaki çetelerin, erken yaşta alkol kullanımı, madde kullanımına başlayanların, kızlarda ise hamilelik yaşının 14 e kadar inmesi, cinsel ilişkinin arkadaş baskısı haline gelmesiyle duygusal cehaletin varlığı bir temelde toplanıyor. Bu çocuklar dürtülerinin kontrolüne öyle bir hapsolmuşlar ki, karşılaştıkları olaylarda önce bu dürtülerini tatmin ediyorlar, mantık ise sonra hatta hiç kapılarına uğramıyor. Yetişkin olduklarında ise, kendini kontrol edemediklerinden dolayı işledikleri suçların cezasını çekiyorlar. Ruhsal rahatsızlıkları da yaşadıklarının etkisiyle baş gösterebiliyor. Bu tür sorunların evrensel olduğu, etnik, ırk ve gelir durumuna bağlı olmadığı da araştırmalarla destekleniyor.
Yaşanılan bu tür olaylar gençlerin ruhsal ve fiziksel açıdan ciddi zararlar görmesine neden oluyor. Duygusal zekânın varlığı, yokluğunu ve kullanımı kendi yaşantımızı, sosyal çevreyi ve sorumluluklarımızı etkiliyor. Araştırmalardaki “suç fırtınası” başlığı altında verilen bilgilere göre, gençlerin suç işleme eğilimlerinin yüzdeliğinin artması, duygusal zeka yoksunluğunun bir göstergesi olarak sunuluyor. Toplumun ferahının bu tür vakalarla bozulabileceği ve ahlaki değerlerin günbegün zayıflayarak meşrulaştığı bir ortama doğru gidildiği gözlenmiştir. Gerek medya, gerekse gerçek yaşam hikayelerinden dinlediklerimizde, başta aile yapısındaki değişiklik ve akabinde toplumu etkileyen değişiklik dolayısıyla da çocukları etkiliyor. Genç neslin gelecek ümitlerinin üzerine sünger çekilmesine neden oluyor. Duygusal zekanın önündeki setlerin kaldırılması bir çok problemi çözebilir. Patolojik boyutta da rahatsızlıkların bu engellerden dolayı olduğu düşünülmektedir. Örneğin; depresyon gibi bir hastalığın ya da yeme bozukluklarının duygusal zekanın kullanılamaması, seviyesini düşük olmasından kaynaklandığı belirtiliyor. Gençlerin medyada, hızla trendleşen yaşam stilinden nemalanarak kendini farklı addetmeye çalışması ve bunda başarılı olamamasıyla kaygı düzeyinin artması, duygusal zekanın hem çevresel, biyolojik ve bireysel dayanakların bir birleşimi olduğunu da gösteriyor.
Goleman’ ın bahsettiği gibi duygusal zeka, toplumu ve bireyi her açıdan etkiliyor. Her gün gazetelerdeki 3. sayfa haberlerinin sebebi, biraz da bu açıdan bakılarak düşünülmelidir. Hayatlarını düzene sokarken bu becerilerinden yoksun olmalarının nedeni, toplum olarak ne bütün çocukların öfke yönetiminin ya da anlaşmazlıkları olumlu biçimde çözmenin temel ilkelerini öğrenmesini sağlayabilmiş, ne de empati, dürtü kontrolü ve diğer duygusal yeterlilik esaslarını öğretmeye zahmet etmiş olmamızdır diyor Goleman ve ekliyor, duygusal dersleri öğrenmelerini şansa bırakarak, çocuklarımızın sağlıklı bir duygusal repertuar oluşturmasında beynin yavaş gelişiminin açtığı fırsat penceresini de kapatmış olabiliriz.

Herkes kızabilir, bu kolaydır. Ancak doğru insana, doğru ölçüde, doğru zamanda, doğru nedenle ve doğru şekilde kızmak, işte bu kolay değildir.
ARISTO, Nikomakus Etiği

"Varoluşçu Psikoterapi" Irvin Yalom Hazırlayanlar: 2. ve 3. Bölüm: Gülhan AKYİKİT - 4. Bölüm: Sibel ÖZEN - 5. Bölüm: Nazlı ÖZBEKLİ - 10. Ve 11. Bölüm: Nazlım TOKLU

Yazar hakkında;
Irvin D. Yalom (13 haziran1931) Rus kökenli Yahudi asıllı ABD'li Psikiyatrist, Varolışçu, psikoterapist, yazar ve eğitimci. Bir çok popüler esere imza atmış olan Yalom ünlü bir Psikoterapisttir. En popüler eseri Nietzche Ağladığında'dır. Stanford Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde psikiyatri profesörlüğü yapmaktadır. Irwin D. Yalom, 1931 yılında Washington’da doğdu. Ailesi Polonya sınırına yakın bir Rus köyünden göç etmişti. Ailesinin ekonomik durumu pek iyi değildi ve dini bir eğitim dışında eğitim görmemişlerdi. Oturdukları ev babasının işlettiği bakkal dükkanının üstünde siyah ve fakir ailelerin yaşadığı bir semtteydi. Zor geçen çocukluk yıllarında Yalom en büyük tutkusunun okumak olduğunu söylüyor. Şehir kütüphanesinden haftada iki gün zorlu bir bisiklet yolculuğu yaparak stokladığı kitapları okumak bütün haftasını alıyordu. Özel bir kitap seçimi yoktu o sıralarda ve kütüphane raflarının A ile başlayan kısmından Z ile biten kısmına kadar sırayla bütün kitapları okumuştu. Okuma merakı onda hayatta yapılabilecek en önemli şeyin kitap yazmak olduğu inancını geliştirmişti. Tıp fakültesine girdiğinde aklında Tolstoy ve Dostoyevski’ye yakın olabileceği psikiyatri mesleği vardı. Psikiyatride aradığı şeyi sonunda buldu.Psikoterapi de hastaların hemen hepsi kendi öykülerinin yazarıydılar ve hastayla birlikte bu öyküde ilk bakışta göze çarpmayan kimi gizemli bölgeleri aydınlatarak öyküyü bütünlüğe kavuşturma işi Yalom’un heveslerine çok uygundu. İlk kitabı “grup terapisinin teori ve pratiği” oldu. Grup terapisi yapan terapistlere rehber niteliğindeki kitap çok tutuldu.Daha sonra yazdığı kitaplar psikiyatri profesyonellerine olduğu kadar meraklı okuyuculara da hitap ediyordu. "Aşkın Celladı” ve “Annem ve Hayatın anlamı” isimli terapi öyküleri, “Nietzsche Ağladığında”, “Divan” ve “Schopenhauer Tedavisi” isimli romanlar çok okunan kitaplar oldu.






Hayat, Ölüm ve Anksiyete
Hayatımızın şu veya bu evresinde ölüm fikri üzerine mutlaka düşünmüşüzdür. Kuşkusuz bu düşünceye sürekli olarak bir korku da eşlik etmiştir. Hayat ve ölüm birbirine kenetlidir. Her şeyin yok olduğu, yok olmaktan korktuğumuz, ama yine de yok olmanın ve korkunun varlığında yaşamamızın gerektiği gerçeği hayatın en apaçık gerçeklerindendir. Ölüm fizikselliği insanı tahrip etse de ölüm fikri onu korur. Kendi kişisel ölümümüzün farkında olmanın bizi bir varoluş şeklinden daha yüksek olana geçmeye sevk etmektedir (Martin Heidegger). Öüm fikriyle bütünleşmek bizi kurtarır; bizi korku ya da kasvetli kötümserlik varoluşuna mahkum etmekten çok, bizi daha otantik hayat tarzlarına atmak için bir katalizör olarak hareket eder ve hayattan aldığımız zevki arttırır. Ölüm kişide, hayatın daha fazla farkında olma duygusuna ve hayatın yaşayan şeylerin farkındalığına ve çok geç olmadan ondan tat alma isteğini uyandırır. Yazar ölüm ilk anksiyete kaynağı ve bu sıfatla ilk psikopatoloji kaynağı  olduğunu savunmaktadır. En göze çarpan, en kolay korkuya neden olan nihai kaygı ölümdür. Ölüm bize varoluşun ertelenemeyeceğini hatırlatır. “Ölüm anksiyetesini,” “ölüm korkusu,” “çok büyük bir dehşet,” “sonluluk korkusu” olarak tanımlıyor. Yalom, ölüm korkusunu, zamanla bir anksiyeteye dönüşmesini, insan yaşamını engelleyen bir kaygı bozukluğuna değişmesini vurgulamaktadır. Kendi ölüm anksiyetesi deneyimini de çekinmeden okurla paylaşan Yalom, bu deneyimin alt edilmesinin ön koşulunu ölümle yüzleşmek olduğunu belirtiyor. Yalom, bir bakıma kendi ölüm korkusundan ve ölüm eşiğinden yola çıkarak bu fikirle yüzleşmeyi deniyor. Bunu yaparken de, klinik vakalardan, edebi metinlerden yararlanarak açıklayıcı bir dilde ele almıştır. Çoğu klinisyen, ölüm anksiyetisinin varlığını ve dönüşümünü tüm klinik psikopatoloji yelpazesinde tarif etmektedir. Sendrom geliştikçe hastalar dünyalarını kontrol etmek ve beklenmedik şeyleri ya da kazaları önlemeyle aşırı derecede ilgilenir hale gelmektedirler. Çoğu insan için ölüm anksiyetesinin açık ve kolayca tanımlanabilir ama stres yaratan bir durum olduğunu belirten Yalom, bununla birlikte ölüm korkusunun diğer insanlar için gizli ve örtülü olduğunu, başka semptomların ardına gizlendiğini ve yalnızca keşif, hatta kazı işlemiyle ortaya çıkarılabileceğini belirtiyor kitabında. Örneğin, (Martin Roth) depersonalizasyon sendromu gösteren hastaların yüzde 50’inden fazlasında ölüm yada ciddi hastalığın hızlandırıcı olay olduğunu belirlenmiştir. Ayrıca somatikleştirmenin büyük olasılıkla ölüm anksiyetesine tepki olarak ortaya çıkıldığı görüşler de belirtilmektedir. Bazı araştırma projeleri gerçekten dindar kişilerde daha az ölüm anksiyetesi olduğu göstermiştir. Irvin D. Yalom, Freud’un teorisindeki bir açığa veya eksikliğe vurgu yapıyor.
Freud’un, ölüme gerekli önemi vermediğini belirten Yalom, bastırılmış cinsellikten ziyade ölüm korkusunun ruhsal sorunların asıl belirleyeni olduğunu öne sürüyor. Freud “Ket vurmalar, Semptomlar ve Anksiyete” adlı çalışmasında nevrozların etiyolojisinde ölümün rolü üzerinde kısaca durmuş fakat önemsiz görerek bırakmıştır. Ölüm, Freud’un dinamik kuramında bir rol oynayamaz. Çünkü ona göre hiç yaşanmayan (ölüm) ve gerçekten hayal edilmeyen bir olay olduğundan bilinçdışında var olamaz ve bu yüzden davranışı etkileyemez. Freud bu görüşünde ısrar etti ve kuşaklar boyunca terapistlerde ölüm inkarı tutkusunu başlattı. En önemli ders kitapları bu eğilimi yansıtmakta ve sürdürmektedir. Fakat kısa süre içinde karşıt kuramlar da ortaya çıkmıştır. Freud’un en yaratıcı öğrencileri libido kuramına itiraz ettiler, onun görüşünü kabul etmek yerine ustasının gözünden düşmeyi tercih ettiler.

Çocuklarda Ölüm Kavramı
Davranış bilimcileri konuyu yakından incelemek istediklerinde hep çocukların ölümle olağanüstü bir şekilde ilgili olduklarını keşfederler. Çocukların ölümle ilgili kaygıları çok yaygındır ve yaşantı dünyalarında geniş kapsamlı bir etki  meydana getirmektedir. Yazar kendi deneyimlerinden de bahsederek çocuklardaki ölüm korkusunun farkındalığını anlatmaya çalışmıştır. Örneğin: Beş yaşındaki oğlumla bir gün sahilde yürürken birden yüzünü başına bana doğru kaldırıp, "iki büyükbabamda ben onlarla tanışmadan öldü." dedi. Bu ifade buz dağının yüzeydeki görüntüsü gibiydi. Bu konuyu uzun süredir düşündüğünden emindim. Bu tür konuları sıklıkla düşündüğünü sorduğumda garip bir şekilde bir yetişkin sesiyle, "her zaman düşünüyorum" diye cevap verince çok şaşırdım. Kitapta çocukları üç grupta değerlendirerek, 5-8 çocukluk dönemi, 9-12 ergenlik dönemi öncesi gizlilik dönemi, 13-16 ergenlik dönemi şeklindeki araştırmada, çocuğun her üç dönemde ölümle bir ilgisinin varlığı dikkatleri çekmektedir. Burada özellikle gizliliğin altında, ölümün farkında oluş da yatmaktadır. Çocuğun içinde bulunduğu kapalı dünya gerçeği, her zaman araştırmacıların ilgisini çekmiştir. Çocuğu anlamak için soru-cevap yöntemi belli bir noktaya kadar yararlı olabilmektedir; ancak yeterli olmamaktadır. Çocuğun kelime kapasitesi, soyut düşünme becerisi anlamayı olumsuz etkilemektedir. Bundan dolayı, araştırmacılar, çocuğun ölüm hakkındaki bilgisini, çeşitli varsayımlardan hareket ederek açıklamaya çalışmışlardır. Çocukta ölüm oldukça mühim bir hadisedir. Ölümle karşı karşıya kalmanın daha önce hiç görülmemiş ve sıradışı bir davranışı ortaya koyduğuna hiç kuşku yoktur. Ölümle ilgili bir hayli altyapı elde eden çocuk, ölümün farkına vardığında, bu düşünce sistemi bir kargaşa içine girer.
Çocuklarda ölüm korkusunun altında, bir daha o sevdiklerini görememe endişesi bulunmaktadır. Ölen bir kişi veya yakını karşısında, "hepsi bitti" çocuğun sözcük dağarcığındaki ilk ifadelerden birisidir ve "hepsi bitti" çocukluk korkuları içinde yaygın bir temadır. Çocuğun ölüm kavramını gerçekçi bir şekilde algılayabilmesinde çevrenin ailenin yaklaşımın etkisi bulunmaktadır. Çocuk durumu kavradıkça ölümün büyük bir kaygı konusu olmadığını anlamaya başlar. Fakat bu yaklaşımda doğru olmayan bilgiler yer almamalıdır. Büyükler, ebeveynler için yalancı mutluluğa vesile olacak bilgilerin çocuğa aktarılmasında zarar yoktur gibi değerlendirilse de, çocuklar konuya (ölüme, ölümle ilgili örneklere, anlatılanların doğru ve yanlışlığına) aldırmamazlık etmemektedirler. Çocuk ölüm karşısında bir şaşkınlık veya duyarlılık yaşarken, çevreden gelen şaşırtıcı mesajlarla şaşkınlığı daha da güçlenebilecektir. Bütün bu olup bitenleri çocuk bir bir değerlendirecektir. Hatta annesi ölen bir çocuk, kendisinin de ölmesi gerektiği işaretini alabilmektedir. Tabii bunlar yaşanırken ölüme karşı savunma mekanizmaları da sürekli bir çalışma içerisindedir. Çok küçük çocuk ölümü düşünür, ondan korkar, onu merak eder, bütün hayatı boyunca kendisiyle birlikte kalan ölümle ilgili algıları kaydeder ve ölüme karşı büyülü bir etkiye sahip savunmalar geliştirebilir. Çocuklar yavaş yavaş ölümün bir tabii bir olay olarak anlamaya başlarlar. Herkes için geçerli ve kişisel olmayan bir yasa. Ve hatta durumu anladıkça ölümün büyük bir kaygı konusu olmadığını anlamaya başlar.

Sonuç olarak “Ölüm, Hayat ve Anksiyete” ve “Çocuklarda Ölüm Kaygısı” bölümlerinde ölümün yetişkinlerde ve çocuklarda nasıl algılandığını, hayatlarına yaşantılarına nasıl yansıdığını kişisel deneyim, ve farklı kişilerin deneyim ve araştırmaları, ve klinik gözlemlerle  anlatmıştır. Ölümün farkındalığını yaşayan yetişkin kişilerin çoğunda hayat felsefesinin, görüşünün değiştiğini, ve bu değişimin daha otantik bir yaşam tarzına dönüştüğünü belirtmiştir. Ölümü farkında olan kişilerin ya da hayatlarında ölüm ile travma yaşayan kişilerde zamanla farklı somatik ve anksiyete belirtileriyle klinisyenlere başvurduğunu, fakat başta Freud olmak üzere bazı psikiyatristlerin ölüm anksiyetesini göz ardı etmelerini de eleştirerek belirtmiştir.

"İnsanın Anlam Arayışı" Victor E.Frankl Hazırlayan: Fatma Merve ÖZTÜRK

İNSANIN ANLAM ARAYIŞI
            Victor E. Frankl’ın ‘İnsanın Anlam Arayışı’ adlı kitabı üç bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde yazar toplama kampında yaşadıklarını anlatmaktadır. İkinci bölümde ise toplama kampında yaşadıklarından elde ettiği öğretilerle kendi kuramını oluşturduğu Logoterapi’den bahsetmektdir. Son bölüm olan üçüncü bölümde ise insanın hayatın acı yönlerine karşı hala nasıl iyimser olabileceğine ilişkin düşüncelerinden bahsederek kitabı bitirmektedir.
            Victor Frankl, hayatın anlamına ilişkin yolculuğuna bu kitapta bizi de sürüklemektedir. Kitabın ilk bölümünde, yazarın toplama kampında yaşadığı deneyimleri, bir insanlık ayıbını bize bütün saydamlığıyla sunmakla beraber yazarın hayata bakışını ve bu ruhsal ve fiziksel savaşta nasıl hayatta kalmayı başardığını göstererek bize hayat hakkında da önemli bir ders vermektedir.
            Kitabın ilk bölümü yazarın Nazi toplama kamplarında yaşadığı olayları ve bu olaylarla nasıl başa çıktığını sunar bize. Yazar toplama kampına gelişiyle birlikte ailesiyle olan bütün bağlarından uzakta, kendisi gibi kader mahkumu insanların arasındadır. Burada eskiden ne kadar iyi bir doktor olduğunun, nereden geldiğinin bir önemi yoktur. Burada onu diğer tutuklulardan ayıran tek şey hayatta kalmak için neler yapabileceğidir. Bu acımasız hayatta kalma savaşında onu motive eden şey hayata yüklediği anlam olmuştur. Kamptan kimin ne zaman kurtulacağı, orada ne kadar daha tutuklu olarak yaşayacağı sorusuna kimse cevap bulamamaktadır, bu da pek çok kişiyi bu mücadelede geride bırakmıştır. Bu mücadelede güçsüzlüğe, hastalığa, dinlenmeye yer yoktur. Toplama kamplarında her kim fiziksel olarak güçsüz ve ağır koşullarda çalışamayacak bir durumdaysa onlar daha bu mücadelenin başından kaybedenlerdi, onlar gaz odalarında yakılarak vahşice öldürülenler, kadere boyun eğmek zorunda kalanlardandı. Bir de bu mücadelenin ilerleyen dönemlerinde elenenler vardı. Onlar bir gün kurtulacakları ümidiyle yaşayan ancak bu beklentilerinin acı bir şekilde gerçekleşmediğini gördükçe önce bütün ümitlerini sonrasında hayatlarını kaybeden insanlardı. Ya intihar ediyorlardı, ya da krize girip günlerce yataklarından çıkmayıp acınılası bir durumda kendilerini ölüme mahkum ediyorlardı.
Hayat şartlarının bu kadar olumsuz olmasına rağmen bu mücadele nasıl yürütülebilirdi? Yazar bu sorunun cevabını kitapta en güzel örneklerle belirtmiştir. İnsanın hayatta her şeye alışabileceğinin ve mücadelede kendini savunabileceği güce her zaman ulaşabileceğinin kanıtıdır bu kitap. Peki bu sorunun cevabı nedir? Tabii ki, hayata verdiğimiz anlamdır. Yazar toplama kampına götürülmeden önce yazmakta olduğu kitabını kaybetmekle yaşadığı üzüntünün tesellisini tekrar bu kitabı yazabilecek olmasının hayaliyle hayata tutunmuştur. Toplama kampında yaşadığı acılardan öğrendiklerini anlatma fırsatını yeniden yazacağı kitapta bulabileceğini düşünmesidir onu mücadelede güçlü kılan. Yazar, bu mücadeleyi yürütürken işte bu verdiği anlama sığınmıştır. Yazarın kendisiyle ve kamp hayatıyla verdiği bu mücadeleyi onurlu bir şekilde devam ettirmesiyle, bize bir ‘insanlık’ dersi verdiğini de fark ederiz. Yazar, kampta doktor olarak da çalışmıştır, bu dönemde kamptan kaçma ve kamptaki hastalara yardım etmek arasında bir seçim yapmak zorunda kaldığı zaman kampta kalıp o hasta insanlara yardım etmeyi seçmiştir.
Yazarın önemli bir ifadesi de bana göre iki türlü insan ırkı olduğunu söylemesidir. ‘Soylu insan ırkı’ ve ‘soysuz insan ırkı’ diyerek ayırdığı bu iki insan topluluğun farkı sadece onurlu bir hayat ve insanlıktır. Bir insanın toplama kampında bile nasıl onurlu olabileceğini ifade etmek amacıyla bu terimleri kullanmıştır. Bunu ifade etmek için şu karşılaştırmaları yapar. Gaz odalarını icat eden de insandır, gaz odalarına duayla ve gururla yürüyen de insandır. Toplama kamplarında artan ekmeğini paylaşan gardiyanlar da insandır, şiddet uygulayan, onları aşağılarcasına davrananlar da insandır. Onurlu olan insan hiçbir şartta onurundan vazgeçmeyecektir. Yazar sefilce ölmeyi değil, gururla ölmeyi tercih edenlerdendir.
Yazarın insanı düşünmeye sevkeden bir acıya bakışı vardır ki bu pek çoğumuz için benliğimizin bir yerlerinde bizi yakalamaktadır. Yazar her acıya bir anlam yükler, önemli olanın bu acıları çekerken bu acılardan ne anlam çıkardığımızdır. Eğer bu acılar bize bir anlam ifade etmiyorsa, bizim hayattaki varoluşumuza ilişkin öğretide bulunamaz. Yazar acıyı hayattan çıkarmaya çalışmaz veya onu görmemezlikten gelmez, acıda da bir anlam olması gerektiğini özellikle vurgular. Bu düşünceler ışığında benim de fark ettiğim gerçek şudur ki, bu acılarla mücadelemizde insan oluruz veya insanlığımızı kaybederiz. Aslında acılara olan dayanıklılığımız belirler hayatımızı. İçimizdeki onurlu insan, bu acılarla mücadele etmeyi bilen ve bu acıların bir anlam için olduğunun farkında olan insandır. Bu acılarla mücadele etmeyi, bu zorlukları göğüslemeyi reddeden kişi de değerlerini kolayca hiçe sayabilir ve onurlu insan olmayı reddedebilir. Bu bakış açısı da aslında kitabın en güzel mesajlarından birini vermektedir. Bizi biz yapan şeyler de zaten yaşadığımız acıların ardından gelmez mi, bizi hayata verdiğimiz anlam yaşamak için istekli kılmaz mı? Hayatla olan mücadelemizde uğruna feda ettiğimiz her şey işte bu anlamlar içindir. Eğer bu anlamlar olmazsa biz de yaşamak için bu mücadeleye sarılmazdık. Hayatlarında boşluk yaşayan insanlar, ya da hayata artık bir anlam yükleyemeyen insanlar değil midir intihara teşebbüs edenler? Bu bakış açısıyla, kitabı okuyan kişi de acılarına artık sıkılganlıkla, nefretle bakmaktan kurtulmaya şans bulacaktır. Kitapta acılarla ilgili o kadar güzel sözler var ki bunların hepsi bize yol gösterici olabilecek niteliktedir. ‘Acı duygusu, buna ilişkin net ve kesin bir tablo oluşturduğumuz an, acı olmaktan çıkar’ sözü gibi. Yazarın bir diğer düşüncesi de geleceğe yönelik anlamlar ve nedenlerimiz olmasının varoluşumuzun kurtarıcısı olduğunu söylemesidir. Bu bakış açısını güzel bir sözle ifade eden bir ünlü filozof Nietzsche’ nin ‘Yaşamak için bir neden’i olan kişi, hemen her nasıl’a dayanabilir’ sözü aslında bu anlatılanları en güzel ve yalın şekilde özetlemektedir.
Yazar, tutukluları umutsuzluktan koruyan şeyin bu acılara katlanmayı ve bunu kaderleri olarak kabullenmek olduğuna da değinmiştir. Bu da yazarın kadere inandığını ve onunla barışık olduğunu bize göstermekle beraber acıların aslında bizim hayatımızın bir parçası olduğunu kabullenmemiz gerektiğini vurgulamaktadır. Yazar varoluşumuza bahşettiğimiz anlam ve hayata olan bağlılığımız arasındaki ilişkiye dair kendi düşüncelerini belirtirken bu konuda verdiği çarpıcı bir gözlem de bu ilişkinin doğruluğunu bize kanıtlamaktadır. Bu toplama kampında yazarın gözlemlediği önemli bir olaydır. Yazar 1944’ ün son haftasıyla 1945 ilk günleri arasındaki ölüm oranının, önceki ölüm oranlarından çok büyük bir artış gösterdiğini şu şekilde yorumlamaktadır: ‘Bunun nedeni tutukluların çoğunun, yılbaşına kadar tekrar evlerinde olacağı yolunda safça bir umutla yaşamış olmalarıydı. Yeni yıl yaklaştıkça gelen haberler cesaret verici olmadığı için, tutuklular cesaretlerini yitirmiş ve hayal kırıklığına yenik düşmüşlerdi. Bu da direnme güçleri üzerinde tehlikeli bir etki yaratmış ve birçoğu ölmüştü.’
Kitabın ikinci bölümü’nün adı ‘Genel İlkeleriyle Logoterapi’dir. Bu bölümde yazar logoterapiden bahseder. Logoterapi, anlamı esas alan terapidir. Psikanaliz’de geçmişe yönelim varken, logoterapide geleceğe yönelim vardır, gelecek için beklenen yeni anlamlar bu terapi yönteminin başlıca temasıdır. Kişi sorunlarını, varoluşunun anlamları üzerinden değerlendirir ve onlarla baş etmeye uğraşır. Yazar, logoterapinin psikanalizden farkını etkileyici bir şekilde bize anlatmaya çalışır: ‘Ama bana göre, ben sadece ‘savunma mekanizmalarım uğruna yaşamayacağım gibi, sadece tepki oluşumlarım uğruna ölmeye de hazır değilim. Öte yandan insan, kendi idealleri ve değerleri için yaşayabilme, hatta ölme yetisine sahiptir.’ Yazar insanların varoluşunu mutlak bir şekilde anlam arayışıyla devam ettirmek istediğini bu konuda yapılan çeşitli çalışmalarla anlatır. Logoterapinin görevinin de bu anlam arayışında insana yardım etmek olduğunu söyler. Yazar, insanın kaotik durumlar, sıkıntılar, gerilimler dolu bir hayattan kaçmasının değil uğrunda ter dökeceği, gerekirse acı çekeceği bir anlam bir sebep bir neden olmasının gerektiğini söyler. Bu sözleri takdire değerdir ve yaşadığımız zorluklara kazandırdığı yeni bir perspektifle birlikte aslında bizi hayata karşı güçlendirebilecek bir öneri sunmuştur.
Kitabın üçüncü ve son bölümü ‘Trajik Bir İyimserlik Tartışması’ dır. Yazar, acı, suç ve ölüme karşı insanın iyimser olabildiğini anlatır bu bölümde. İnsanın nasıl bu kadar negatif olaylara karşı hala hayatta kalabilme savaşına devam ettiğinin cevabını verir. İnsanın hayatında anlamsızlık olduğu sürece de ruhsal dengesinin bozulabileceğindan bahseder. Bu bölümde beni en çok etkileyen şey Freud ve kendi bakış açısını karşılaştırmasıdır. Yazar Sigmund Freud’un insanları açlığa terk ettiğinizde hepsinin farklarının kaybolacağının ve açlık güdüsüne karşı hepsinin aynı davranacağını savunmasını eleştirmiştir. Çünkü toplama kampında bu böyle olmamıştır, orada, o en acımasız şartlarda bile onurlu ve onurlu olmayan insanlar hemen fark edilebilmiştir. Ortaya çıkan şey tek tip insan değil, insanlığını kaybetmeyen ve kaybeden insanların farklılığıdır.
Kitabı okurken her an kendime hayatla ilgili sorular yöneltme şansı bulduğum, yazarın gözlemleri ve düşünceleriyle farkındalığımı yükselttiğini düşündüğüm bir eserdir. Kitabın bana en büyük katkısı, hayata ve bu uğurda çekilen acılara olan bakış açımı yeniden gözden geçirmem ve bu konuda bana yeni bakış açıları sağlamasıdır.

"Huzurlu Yaşama Sanatı" Bayram Toksöz Karasu Hazırlayan : ESRA GÖKA

Doktor Töksöz Bayram Karasu, tanınmış bir hekim, psikiyatr, yazar ve konferansçıdır. 11 Şubat 1935’te, Erzurum’un Hasankale ilçesinde doğmuştur. 1959 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirip, Amerika’ya gitmiş, Yale Üniversitesi’nde Psikiyatri ihtisası yapmıştır.
‘’Silverman Professor’’ unvanıyla Albert Einstein Tıp Fakültesi’nin Psikiyatri ve Davranış Bilimleri Bölümü’nde Üniversite Başkanı’dır ve Montefiore Tıp Merkezi’nin baş psikiyatrlığını yürütmektedir. Psikanaliz ve psikanalitik psikoterapi alanında önemli çalışmalar yapmıştır. New York, Yeshiva Üniversitesi’nde de uzun yıllar psikiyatri kürsü başkanlığı yapmıştır. Şimdi, American Journal of Psychotherapy'nin genel yayın yönetmenidir.
Huzurlu Yaşama Sanatı ( The Art of Serenity ) adlı kitabı Amerika’da çok satanlar listesine girmiştir. Fransızca, Portekizce, Hintçe, Arapça gibi pek çok dile çevrilmiştir.







Mutluluğun para, ev veya araba olmadığını; huzurun, insanları, işi, çevreyi ve ait olduklarını sevmeden geçtiğini; sevginin mukaddes olduğunu güzel hikaye, sözler ve teorilerle anlatıyor kitap.
İnsanlar huzuru mutluluğu hep başka yerlerde arıyorlar. Bir aşk macerasında, kent değiştirmekte, iş değiştirmekte; ama sonunda fark ediyorlar ki ne kadar uzaklaşmaya çalışsa da insan içine gömdüğü huzursuzluğu bir şekilde geri buluyor onu.
Ruhun yolu sevmekten geçer - başkalarını sevmek. Lisa genç başarılı ve güzel bir aktristi. Kendisini değiştirmek isteyen erkeklerden ve doyumsuz ailesinden ötürü çok mutsuzdu. En önemlisi de kendisinden memnun değildi. Hiç doğmamış olmayı ya da bir kedi olarak dünyaya gelmiş olmayı; ölmek istediğini, yaşamayı bile hak etmediğini söylüyordu. Aslında asıl problem erkek arkadaşı Joe idi. Joe ile gelgitli, bencil, sorunlu, kıskanç ve tutarsız bir ilişkisi vardı. Onların hikayesi aslında bir insanı sadece sevmeyi, sebepsiz sevebilmeyi anlatıyor. İnsanlar hiç doya doya sevemiyor yaşayamıyor bu duyguyu. Çünkü hep aynı sıkıntılar var: saplantıya dönüşmüş kıskançlıklar, birbirini olduğu gibi kabul edememe, hep bir değişim bekleme, benmerkezcilik, bir bütün olabilme isteği, yakından tanımak için diğerinin derinliğini ve psikolojik sınırlarını elinden alma, sadakatsizlik. Bunlar hep engelleyici faktörler olmuştur hayatımızda. Başkalarını bunlardan arınarak sevmek, asıl huzura erdirendir.
Çalışmayı sevmek. Glenn eşinden boşanmış sigorta acentesi olan, kendini her daim yorgun hisseden bir adamdır. Çok miskin ve hep halsizdir. Evi, arabası, ofisi yani kullandığı tüm alanlar, tozlu dağınık ve gereksiz şeylerle doluydu. Bu tembelliği bütün özel ve iş hayatını etkilemişti. Tek bir kızı olduğu halde ona bir mektup yazamaya bile üşeniyordu. Yazma kişinin kendisiyle konuşması demekti, beklide kendisiyle yüzleşmekten korkuyordu. Glenn kısacası çalışmayı sevmiyordu. Oysaki çalışma arzusu ona, kendisini sevebilmek olarak geri dönecekti.
Ait olmayı sevmek. Upuzun ağaçlar, bir yandan ışığa uzanırken, öte yandan derinlere kök salarlar (James Hillman). Thelma bekar bir bilgisayar analizcidir. Kendini hep kaygılı ve sıkıntılı hisseder, çünkü hep yalnızdır ve bunun sebebini de hayatında hiç erkek, hiç gerçek dostu yoktu. Sonu hüsran bir iki ilişkisi olmuş. Kısacası ne hiçbir yere ait olabilir ne de bir şeye sahip olabilir. Aşkta, tutkuda aradığı için; bir erkekte bulabileceğine inandığı için yanılır. Ve hep ir hayal kırıklığı ile devam eder hayatı.
Maneviyatın yolu inanmaktır - Kutsala inanmak. İnançları ve rutin hayatında hiçbir farklılığı olmayan Jim’in eşi de kusursuz ve bir o kadar da sıkıcı bir kadındı. Her şey böyle sıradandı, Carol’la tanışana dek. Hayatı tamamen değişmiş, renk gelmişti. Aslında Jim isteği tutkuyla sevişmekmiş. Yaşadığı gelgitler, eşinin yanındayken Carol’ı, onun yanındayken eşini düşünmesi ve en önemlisi bunun günahını düşünmesi ve çektiği ıstırap, artık can sıkmaya ve tatsız bir durum haline gelmeye başlamıştı ki; her şey prostat kanseri olmasıyla sona erdi, Carolla olan ilişkisi de. Suçluluk psikolojisi içerisinde, günahının bir belirtisi olarak görüyordu kanser olmasını. Ama yaptığının günah olduğunu eşine haksızlık ettiğini daha iyi anlıyordu. ‘  İnayet bizi, bir acı ve huzursuzluk çektiğimiz zamanlar bulur’ demiş Paul Tillich ve Jim’in ruh haline tercüman olmuş bu sözler. Bu bölümde en çok hoşuma giden ve beni etkileyen söz; tek bir bulut bile, güneşi karartabilir. Jim’in hayatında bir insanın isteyebileceği her şey varken onda huzur yoktu ve karanlıktı hayatı.
Birliğe inanmak. Philip çok sinirli her şeye ters ve aşırı tahammülsüz bir adamdı. Ülkenin refahına, yaptıkları işlere kısacası birliğe,beraberliğe inanmıyor ve her şeye karşı çıkıyordu. Devamlı kendi kendine bile kavga eder bir hali vardı ama kıvrak zekası sayesinde patronları onu sadece bir terapiste görünmesi konusunda uyarıyorlardı. Geleceği umursamayan hatta eşiyle çocuk yapmamak şartıyla evlenen Philip isteği psikologu hiç bulamamış ve her zaman ki gibi suçu hep karşı tarafta aramıştı. Dini inançlar konusunda da eksik olan Philip geleceğe, ölümden sonra ki hayata inanmıyor ve bunları anlatan peygamberlere insanların nasıl inandığını hiç anlamıyordu. İlahi olanı tanımak istersen, rüzgarı yüzünde, sıcak güneşi elinde hisset ( Buda). Aslında sadece doğayla buluşabilmiş olsaydı bile,bakmasaydı görseydi etraftakileri, hayat öncelikle kendisi için çekilir hale gelecekti.
Dönüşüme inanmak. Yetmiş bir yaşında ve ölmek üzere olan Ed’in sorunu, öleceği gerçeğine inanmamak, bunu hazmedememekti. Kaç yaşına geldin hayata doymuşsundur diyenlere de; doyasıya yaşayacak kadar endişesiz olmadım ki hiç, diyordu. Yaşının hiçbir önemi yoktu, ölüm yakındı ve her insan gibi buna hazır değildi. Son günleri yaşadığı halde hayatın tadına varamıyor, etrafındakileri de huzursuz ediyordu. Ölümün yaşamın bir gerçeği, parçası olduğuna inanmak istemiyordu, halbuki sonrası vardı ama sonrasını düşünemeyecek kadar kısaydı ona göre hayat. Biz (…Rabbimize…) döneceğiz. (Kur’an-ı Kerim). 
Tanrı’nın yolu inanmak ve sevmektir. Şüpheniz varsa inanabilirsiniz. İnancı olmayan ya da hiç değilse Tanrı’nın varlığına kuşkuyla bakan insanlar vardır. Ama bu kuşkuculuk aslında, kişinin bir şeye inandığının göstergesidir. İnanılan o şeyin Tanrı olduğu genellikle sonradan ortaya çıkar. İstisnasız her insan; her kültürde, hastalığa yakalandığı zaman, sevdiklerini kaybettiği zaman ya da ölüm yaklaştığı zaman; Tanrı hasreti çekerler. Çok güzel bir hikayeyle anlatışmış. Lynne Cox inançsız olduğu halde, Kudüs’e gittiğinde insanların ağlama duvarına yazdıkları duaları hayretle karşılamış. Gerçekten insanların buraya bıraktığı notları, bunlardan medet ummasını anlamıyor ve yadırgıyordu. Ama kendiside elinde ki kağıt parçasını buruşturdu ve attı, kimsenin kendisini görmemesini ümit ederek. Yani onun da içine bu kuşku düşmüş kendi de inanmadığı Tanrı’sına not bırakmıştı.
Dini inançlar hiçbir şeyi anlamayı gerektirmez. Hatta anlama çabalarını insanca sarsar. Dini inançla yalnızca vefakar ve güvenen inananlara ister; dönmez bir bağlılık ve sadakat ister. Dini inanç, bilmekten değil, bilmemekten doğar. Tanrı bilgisi, mistik bir deneyimdir.
Tanrı, kendisiyle değil, yaratımıyla görülebilir bir şeydir; keza atomlarda otomatik biçimlerin içindeyken bir şey değildirler, çok sayıda atom bir arada gediği zaman aniden görülebilir, ve tanınabilir nesneler haline gelir.
Evrendeki tüm varlıklar kendilerini doğuran, görünürlüklere süresince destekleyen ve besleyen, her yerde hazır ve nazır olan bir kudretin etkileridir, ve eninde sonunda bu kudrete geri dönmek zorundadır. Bilinmeyen ve bilenemeyen bir güce bu kudreti atfetmek, Tanrıya inanmaktır.
Kitap kendini her bir sayfa da bile yenilemiş, konu gittikçe derinleşmiş, hikayelerle daha anlaşılır ve manalı hale gelmiş ve muhteşem sonsöz bölümüyle sona erdirilmiş. Anlatılmak istenen öyle güzel bir dille veriliyor ki, büyüleyici. Alıntı sözler, harika çıkarımlar kitaba ayrı bir tat katmış. Kaç dile çevrilip, Amerika da en iyi satılanlar listesine girmesini daha iyi anlıyorum..