Bu Blogda Ara

5 Temmuz 2011 Salı

"Varoluşçu Psikoterapi" Irvin Yalom Hazırlayanlar: 2. ve 3. Bölüm: Gülhan AKYİKİT - 4. Bölüm: Sibel ÖZEN - 5. Bölüm: Nazlı ÖZBEKLİ - 10. Ve 11. Bölüm: Nazlım TOKLU

Yazar hakkında;
Irvin D. Yalom (13 haziran1931) Rus kökenli Yahudi asıllı ABD'li Psikiyatrist, Varolışçu, psikoterapist, yazar ve eğitimci. Bir çok popüler esere imza atmış olan Yalom ünlü bir Psikoterapisttir. En popüler eseri Nietzche Ağladığında'dır. Stanford Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde psikiyatri profesörlüğü yapmaktadır. Irwin D. Yalom, 1931 yılında Washington’da doğdu. Ailesi Polonya sınırına yakın bir Rus köyünden göç etmişti. Ailesinin ekonomik durumu pek iyi değildi ve dini bir eğitim dışında eğitim görmemişlerdi. Oturdukları ev babasının işlettiği bakkal dükkanının üstünde siyah ve fakir ailelerin yaşadığı bir semtteydi. Zor geçen çocukluk yıllarında Yalom en büyük tutkusunun okumak olduğunu söylüyor. Şehir kütüphanesinden haftada iki gün zorlu bir bisiklet yolculuğu yaparak stokladığı kitapları okumak bütün haftasını alıyordu. Özel bir kitap seçimi yoktu o sıralarda ve kütüphane raflarının A ile başlayan kısmından Z ile biten kısmına kadar sırayla bütün kitapları okumuştu. Okuma merakı onda hayatta yapılabilecek en önemli şeyin kitap yazmak olduğu inancını geliştirmişti. Tıp fakültesine girdiğinde aklında Tolstoy ve Dostoyevski’ye yakın olabileceği psikiyatri mesleği vardı. Psikiyatride aradığı şeyi sonunda buldu.Psikoterapi de hastaların hemen hepsi kendi öykülerinin yazarıydılar ve hastayla birlikte bu öyküde ilk bakışta göze çarpmayan kimi gizemli bölgeleri aydınlatarak öyküyü bütünlüğe kavuşturma işi Yalom’un heveslerine çok uygundu. İlk kitabı “grup terapisinin teori ve pratiği” oldu. Grup terapisi yapan terapistlere rehber niteliğindeki kitap çok tutuldu.Daha sonra yazdığı kitaplar psikiyatri profesyonellerine olduğu kadar meraklı okuyuculara da hitap ediyordu. "Aşkın Celladı” ve “Annem ve Hayatın anlamı” isimli terapi öyküleri, “Nietzsche Ağladığında”, “Divan” ve “Schopenhauer Tedavisi” isimli romanlar çok okunan kitaplar oldu.






Hayat, Ölüm ve Anksiyete
Hayatımızın şu veya bu evresinde ölüm fikri üzerine mutlaka düşünmüşüzdür. Kuşkusuz bu düşünceye sürekli olarak bir korku da eşlik etmiştir. Hayat ve ölüm birbirine kenetlidir. Her şeyin yok olduğu, yok olmaktan korktuğumuz, ama yine de yok olmanın ve korkunun varlığında yaşamamızın gerektiği gerçeği hayatın en apaçık gerçeklerindendir. Ölüm fizikselliği insanı tahrip etse de ölüm fikri onu korur. Kendi kişisel ölümümüzün farkında olmanın bizi bir varoluş şeklinden daha yüksek olana geçmeye sevk etmektedir (Martin Heidegger). Öüm fikriyle bütünleşmek bizi kurtarır; bizi korku ya da kasvetli kötümserlik varoluşuna mahkum etmekten çok, bizi daha otantik hayat tarzlarına atmak için bir katalizör olarak hareket eder ve hayattan aldığımız zevki arttırır. Ölüm kişide, hayatın daha fazla farkında olma duygusuna ve hayatın yaşayan şeylerin farkındalığına ve çok geç olmadan ondan tat alma isteğini uyandırır. Yazar ölüm ilk anksiyete kaynağı ve bu sıfatla ilk psikopatoloji kaynağı  olduğunu savunmaktadır. En göze çarpan, en kolay korkuya neden olan nihai kaygı ölümdür. Ölüm bize varoluşun ertelenemeyeceğini hatırlatır. “Ölüm anksiyetesini,” “ölüm korkusu,” “çok büyük bir dehşet,” “sonluluk korkusu” olarak tanımlıyor. Yalom, ölüm korkusunu, zamanla bir anksiyeteye dönüşmesini, insan yaşamını engelleyen bir kaygı bozukluğuna değişmesini vurgulamaktadır. Kendi ölüm anksiyetesi deneyimini de çekinmeden okurla paylaşan Yalom, bu deneyimin alt edilmesinin ön koşulunu ölümle yüzleşmek olduğunu belirtiyor. Yalom, bir bakıma kendi ölüm korkusundan ve ölüm eşiğinden yola çıkarak bu fikirle yüzleşmeyi deniyor. Bunu yaparken de, klinik vakalardan, edebi metinlerden yararlanarak açıklayıcı bir dilde ele almıştır. Çoğu klinisyen, ölüm anksiyetisinin varlığını ve dönüşümünü tüm klinik psikopatoloji yelpazesinde tarif etmektedir. Sendrom geliştikçe hastalar dünyalarını kontrol etmek ve beklenmedik şeyleri ya da kazaları önlemeyle aşırı derecede ilgilenir hale gelmektedirler. Çoğu insan için ölüm anksiyetesinin açık ve kolayca tanımlanabilir ama stres yaratan bir durum olduğunu belirten Yalom, bununla birlikte ölüm korkusunun diğer insanlar için gizli ve örtülü olduğunu, başka semptomların ardına gizlendiğini ve yalnızca keşif, hatta kazı işlemiyle ortaya çıkarılabileceğini belirtiyor kitabında. Örneğin, (Martin Roth) depersonalizasyon sendromu gösteren hastaların yüzde 50’inden fazlasında ölüm yada ciddi hastalığın hızlandırıcı olay olduğunu belirlenmiştir. Ayrıca somatikleştirmenin büyük olasılıkla ölüm anksiyetesine tepki olarak ortaya çıkıldığı görüşler de belirtilmektedir. Bazı araştırma projeleri gerçekten dindar kişilerde daha az ölüm anksiyetesi olduğu göstermiştir. Irvin D. Yalom, Freud’un teorisindeki bir açığa veya eksikliğe vurgu yapıyor.
Freud’un, ölüme gerekli önemi vermediğini belirten Yalom, bastırılmış cinsellikten ziyade ölüm korkusunun ruhsal sorunların asıl belirleyeni olduğunu öne sürüyor. Freud “Ket vurmalar, Semptomlar ve Anksiyete” adlı çalışmasında nevrozların etiyolojisinde ölümün rolü üzerinde kısaca durmuş fakat önemsiz görerek bırakmıştır. Ölüm, Freud’un dinamik kuramında bir rol oynayamaz. Çünkü ona göre hiç yaşanmayan (ölüm) ve gerçekten hayal edilmeyen bir olay olduğundan bilinçdışında var olamaz ve bu yüzden davranışı etkileyemez. Freud bu görüşünde ısrar etti ve kuşaklar boyunca terapistlerde ölüm inkarı tutkusunu başlattı. En önemli ders kitapları bu eğilimi yansıtmakta ve sürdürmektedir. Fakat kısa süre içinde karşıt kuramlar da ortaya çıkmıştır. Freud’un en yaratıcı öğrencileri libido kuramına itiraz ettiler, onun görüşünü kabul etmek yerine ustasının gözünden düşmeyi tercih ettiler.

Çocuklarda Ölüm Kavramı
Davranış bilimcileri konuyu yakından incelemek istediklerinde hep çocukların ölümle olağanüstü bir şekilde ilgili olduklarını keşfederler. Çocukların ölümle ilgili kaygıları çok yaygındır ve yaşantı dünyalarında geniş kapsamlı bir etki  meydana getirmektedir. Yazar kendi deneyimlerinden de bahsederek çocuklardaki ölüm korkusunun farkındalığını anlatmaya çalışmıştır. Örneğin: Beş yaşındaki oğlumla bir gün sahilde yürürken birden yüzünü başına bana doğru kaldırıp, "iki büyükbabamda ben onlarla tanışmadan öldü." dedi. Bu ifade buz dağının yüzeydeki görüntüsü gibiydi. Bu konuyu uzun süredir düşündüğünden emindim. Bu tür konuları sıklıkla düşündüğünü sorduğumda garip bir şekilde bir yetişkin sesiyle, "her zaman düşünüyorum" diye cevap verince çok şaşırdım. Kitapta çocukları üç grupta değerlendirerek, 5-8 çocukluk dönemi, 9-12 ergenlik dönemi öncesi gizlilik dönemi, 13-16 ergenlik dönemi şeklindeki araştırmada, çocuğun her üç dönemde ölümle bir ilgisinin varlığı dikkatleri çekmektedir. Burada özellikle gizliliğin altında, ölümün farkında oluş da yatmaktadır. Çocuğun içinde bulunduğu kapalı dünya gerçeği, her zaman araştırmacıların ilgisini çekmiştir. Çocuğu anlamak için soru-cevap yöntemi belli bir noktaya kadar yararlı olabilmektedir; ancak yeterli olmamaktadır. Çocuğun kelime kapasitesi, soyut düşünme becerisi anlamayı olumsuz etkilemektedir. Bundan dolayı, araştırmacılar, çocuğun ölüm hakkındaki bilgisini, çeşitli varsayımlardan hareket ederek açıklamaya çalışmışlardır. Çocukta ölüm oldukça mühim bir hadisedir. Ölümle karşı karşıya kalmanın daha önce hiç görülmemiş ve sıradışı bir davranışı ortaya koyduğuna hiç kuşku yoktur. Ölümle ilgili bir hayli altyapı elde eden çocuk, ölümün farkına vardığında, bu düşünce sistemi bir kargaşa içine girer.
Çocuklarda ölüm korkusunun altında, bir daha o sevdiklerini görememe endişesi bulunmaktadır. Ölen bir kişi veya yakını karşısında, "hepsi bitti" çocuğun sözcük dağarcığındaki ilk ifadelerden birisidir ve "hepsi bitti" çocukluk korkuları içinde yaygın bir temadır. Çocuğun ölüm kavramını gerçekçi bir şekilde algılayabilmesinde çevrenin ailenin yaklaşımın etkisi bulunmaktadır. Çocuk durumu kavradıkça ölümün büyük bir kaygı konusu olmadığını anlamaya başlar. Fakat bu yaklaşımda doğru olmayan bilgiler yer almamalıdır. Büyükler, ebeveynler için yalancı mutluluğa vesile olacak bilgilerin çocuğa aktarılmasında zarar yoktur gibi değerlendirilse de, çocuklar konuya (ölüme, ölümle ilgili örneklere, anlatılanların doğru ve yanlışlığına) aldırmamazlık etmemektedirler. Çocuk ölüm karşısında bir şaşkınlık veya duyarlılık yaşarken, çevreden gelen şaşırtıcı mesajlarla şaşkınlığı daha da güçlenebilecektir. Bütün bu olup bitenleri çocuk bir bir değerlendirecektir. Hatta annesi ölen bir çocuk, kendisinin de ölmesi gerektiği işaretini alabilmektedir. Tabii bunlar yaşanırken ölüme karşı savunma mekanizmaları da sürekli bir çalışma içerisindedir. Çok küçük çocuk ölümü düşünür, ondan korkar, onu merak eder, bütün hayatı boyunca kendisiyle birlikte kalan ölümle ilgili algıları kaydeder ve ölüme karşı büyülü bir etkiye sahip savunmalar geliştirebilir. Çocuklar yavaş yavaş ölümün bir tabii bir olay olarak anlamaya başlarlar. Herkes için geçerli ve kişisel olmayan bir yasa. Ve hatta durumu anladıkça ölümün büyük bir kaygı konusu olmadığını anlamaya başlar.

Sonuç olarak “Ölüm, Hayat ve Anksiyete” ve “Çocuklarda Ölüm Kaygısı” bölümlerinde ölümün yetişkinlerde ve çocuklarda nasıl algılandığını, hayatlarına yaşantılarına nasıl yansıdığını kişisel deneyim, ve farklı kişilerin deneyim ve araştırmaları, ve klinik gözlemlerle  anlatmıştır. Ölümün farkındalığını yaşayan yetişkin kişilerin çoğunda hayat felsefesinin, görüşünün değiştiğini, ve bu değişimin daha otantik bir yaşam tarzına dönüştüğünü belirtmiştir. Ölümü farkında olan kişilerin ya da hayatlarında ölüm ile travma yaşayan kişilerde zamanla farklı somatik ve anksiyete belirtileriyle klinisyenlere başvurduğunu, fakat başta Freud olmak üzere bazı psikiyatristlerin ölüm anksiyetesini göz ardı etmelerini de eleştirerek belirtmiştir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder