ARNO GRUEN ÖZGEÇMİŞ:
Arno Gruen, 26 Mayıs 1923'te Berlin'de doğdu. 1936 yılında ABD'ye göç edip aynı ülkede 1961 yılında Teodor Reik öğrencisi olarak psikanalist unvanını almaya hak kazandı. Çeşitli üniversite ve kliniklerde görev alan Gruen, en son New Jersey’deki Rutgers Üniversitesi’nde profesör olarak görev yaptı. 1958’den itibaren özel muayenehanesinde psikoterapi alanındaki çalışmalarına devam eden Gruen’ün alanıyla ilgili birçok dergi ve gazetede sayısız yazısı yayımlandı. 2001’de İçimizdeki Yabancı (Çitlembik Yayınları, 2005) adlı kitabı Geschwister-Scholl Ödülü’ne layık görüldü. Diğer eserleri arasında, Normalliğin Deliliği (Çitlembik Yayınları, 2003), Kendine İhanet (Çitlembik Yayınları, 2004) ve İhanete Uğrayan Sevgi-Sahte Tanrılar ( Çitlembik Yayınları, 2007) bulunuyor. Gruen, 1979’dan beri İsviçre’de yaşıyor.
EMPATİNİN YİTİMİ – Kayıtsızlık Politikası Üzerine
( Kitap, 352 sayfadan oluşmaktadır. Arkadaşım Âmine Altundağ ile yarı yarıya paylaşılmıştır. Benim sorumlu olduğum bölüm en baştan sayfa 162 ye kadardır.)
Arno Gruen’in kitabına başlangıcı, insanın duygudaşlığını sorgulamak adına bir girişim içeriyor. Ona göre bireyin duygudaşlığı, onun insanlığını, onun kimliğini sorgulamaktır. Bu aynı zamanda insanın, aldığı bedensel ve ruhsal hasarın hangi derecesine kadar insanlığını korumaya devam edebildiğine dair bir sorundur. Empatinin yitimine yol açan en büyük etken olarak Gruen, kişinin kendisini yetersiz olarak hissetmesi ve bu yüzden bir iktidarla kendini özdeşleştirmesini göstermektedir. Eğer insan, zayıflık olarak algılamaya yöneltildiği için kendi acısını yaşayamazsa, bu acıyı başka canlılarda arama ihtiyacı duyacaktır. Aynı zamanda da kendi ruhsal hasarını gizlemek için de bu edimini inkâr edecektir. Gerçekten de bizim kültürümüzde çocuklar, özellikle de erkek çocuklar, gözyaşlarından, çaresizliklerinden, ruhsal incinmelerinden utandırılarak büyütülür. Kitaptaki çok güzel bir örnek bu çarpıklığı eleştirel bir tarzda verilmiş. Bir yavru şempanze yaralandığında anne onu hemen kucağına alır, onunla ilgilenir. Ancak; biz uygar insanlarda ise ebeveynlerin, yaralandığında çocuklarına kızmaları pek de alışılmamış şey değildir. Arno Gruen bundaki başlıca sebebin çocukların dilini anlamamaktan ortaya çıktığını belirtiyor. Gruen’e göre anlamak içinde çaba göstermiyoruz. Çünkü sahip olduğumuz güçlü konumun kibri içinde kendimizi çok iyi çok bilgili ve çok ileri görüyoruz.
Çocuk gelişimine baktığımızda, ilk çocukluk döneminde çocuklar tabiri caizse dilsizdir. Ancak bu dilsizlik, çocukların duygulanımları olmadığı anlamına gelmez. Onlarında duygulanımları vardır, ama dile getirilemiyordur. Bu sözsüz duygulanımlar anne baba tarafından karşılanmadığında da çocukların gündelik yaşamında gözlemlenebilen şiddet ortaya çıkmaktadır. Çocukların duygusal anlamda doyurulmadıkları takdirde materyalist açıdan açlık hissedecekleri yazarın beğendiğim çok güzel bir tespiti. Eğer bir çocuk içindeki acıya ulaşmanın yolunu bulamıyorsa ve bunun için ona yardım edilemiyorsa canlılığı dumura uğrar, o zaman iç yaşamını dışa, maddesel olana kaydırır diye belirtiyor Gruen. Böylelikle de tüketim toplumumuzun bu iş için hazır tuttuğu sayısız ürünle de çocuğun yaşamı satın alınır. Çocuklara gösterilen duyarsızlık ve acımasızlık yüzyıllar öncesine kıyasla günümüzde azalmıştır. Cezalandırma biçimleri değişti belki ve ama değişen temellerindeki şiddet eğilimi giderek daha iyi maskelendi. Ancak bunun arka planında bulunan çocuğun reddi ve ondan talep edilen itaat hep aynı kaldı. Her şeyin üstündeki iktidar ilkesi hiçbir dönemde tartışılmadı. Çocukların ezilmesinin biçimleri değişmekle birlikte özü hep aynı kaldı. Çocuğun acısı her zaman olduğu gibi inkâr edildi böylelikle de hangi ölçüde olursa olsun acıyı inkâr etme baskısı altında kaldığımızda kendi acımızı algılayamayacak duruma geldik. Ve aynı nedenle bir başkasına verilen acıyı da algılamak istemedik. Diğer insanların sevincini ve acısını hissedebilmeye dayanan sahici bir sorumluluk duygusu yerine, kendi gözümüzde kendilik değerimizi düşüren suçluluk duygularından sıyrıldığımızı belirten Gruen, sert bir eleştiriyle kendimizi sorgulamamızı istiyor. ‘Kökenlerine bakmayı unuttuğumuz şiddetimizi de – yüksek ideallere- hizmet edişimizle haklı çıkarmaya çalışıyoruz.’ Diyerek okuyucuyu düşündürüyor.
Geçen altı bin yıllık insanlık tarihi, aslen insanda empatinin bastırılma tarihidir diyor yazar. Bu çok radikal ancak bir o kadar da gerçeği yansıtan bir iddia. Ancak empatinin bastırılmasıyla şiddet ve yıkımı meşrulaştıran bir bilinç geliştirilmiş ve barıştan yana olduğuna inanıp, barış için savaşmak üzere savaşa katılabilen bir insan portresi oluşturulmuştur. Küreselleşmenin bir başka sonucu olarak da bireyin kendi sınırları dışında kalanın ele geçirilme arzusuna değinen Gruen, bunun sebebi olarak insanın kendine tam olarak sahip olamamasından ötürü olduğunu söylüyor ki çok da haklı, başkalarını ele geçirerek aslen kendimize sahip olma çabamızda.
Bu yüzden de, kendi içimizdeki düşmanı aramak yerine farklı görünen, farklı davranan insanlarda dışarıdaki düşmanı arıyoruz. Bu noktada insanın kafasında, ‘peki düşman, insan için neden gereklidir?’ sorusu beliriveriyor. Düşmanlar bizi kendi yaralanmışlığımızı görmekten uzak tutarlar diyor Gruen. İnsan başkalarını cezalandırabildiği, aşağılayabildiği, hatta yok edebildiği sürece kendi kendisiyle yüzleşmek zorunda kalmaz. Bu yüzden kendimize sormamız gereken ilk soru, insanlığımızın türü üzerine olmalıdır diye belirtiyor yazar. Çünkü ancak kendisi için olağanlaşmışı sorgulayan ve ne kendisine nede başkalarına yabancılaşmış biri kendisini anlayabilir. İnsanları tanımak süreç içerisinde öğrenmeyle gerçekleşir. Ancak öğrenmek Heinrich Jackboy,1987, ‘un belirttiği üzere mümkünce az hata yapmak demek değildir. Çocukların az hata yapmaları için doğumlarından itibaren bir yasaklar bombardımanına tutulmaması gerekir. Ancak ne yazık ki Gruen’in tespitine göre, çocukluklarında yasakların acısını çekmiş olan yetişkinler, şimdi yasakları kendileri koyarken bir telafi hissediyorlar. Çocuklar iyilik adına cezalandırılıyor ve onları itaate zorlamak yetişkinlere ahlaki bir tahmin veriyor. Böylece Bergson’un ‘kendimizi anne-babalarımıza ve diğer otoritelere tabi kılmak’ olarak tanımladığı durum erkenden gelişiyor. Çünkü çocuk, cezalandırmayı her zaman kendi işlediği suçun bir sonucu olarak tecrübe ediyor.
Gerçekten de hem kendi çocukluğumdaki ‘çocukluk algıma’ baktığımda, hem de günümüz çocuklarının bakış açısını gözlemlediğimde, Erikson’un da ifade ettiği üzere, çocuk anne babası tarafından kendisi olduğu için sevilmek istiyor, ancak anne-babası onu genellikle yaptığı şeyler için sevip ve ödüllendiriyor. Bu daha sonradan insanın zihninde şöyle bir yapılandırmayı oluşturuyor: Pek çok insan için, insanın ne yaptığıyla ne olduğu aynı şeydir. Çünkü tanımlama hep bu şekilde yapılmıştır, insan kendisini de böyle tanımlar. Ancak cinsiyet ayrımı, insanın kendisini tanımlamasında bir ayrım yaratıyor. George Trow (1992) ‘a göre Shakespeare bizi Hamlet’in ikilemiyle karşı karşıya getiriyor: Bir yanda erkeğe özgü onur bilinci var, diğer yanda ise ‘onurun artık onurlandırılmadığı’ gelişkin bilinç var. Bu gelişkin bilinç, yaşamdan yana olan kadın bilince denk düşüyor. Erkeğe özgü indirgenmiş bilinç, monoloğun ‘ olmak’ kısmını meydana getiriyor; bu alternatif, kadına özgü olanı –monologda ‘olmamak’- zayıf olarak görüp kenara atmak anlamına geliyor. Shakespeare, ‘var olmak’ kavramını burada ‘erkek olmak’ anlamında kullanmış. ‘olmamak’ ise düşüncenin aslında daha kapsayıcı olan kadına özgü ilkesi: Bu duyumsama yetisi ve insan oluş anlamına geliyor. Yani Shakespeare aslında, bilincimizdeki, erkeğin soyut düşünce birikimini duygudaşlıktan kopartan yarılmayı yorumluyor. Shakespeare’in oyununun çözümlenmesinden sonra başka bir sorunla karşılaşıyoruz ki: dil ve algılama birbirleriyle sıkı bir bağ içindedir ve geliştirilebilmeye oldukça müsaittir.
Yetişkin insanın dil merkezi çoğunlukla beynin sol yarısında yerleşmiştir. Küçük çocuklarda ise durum farklıdır. Asimetri ancak yaşamın üçüncü ve yedinci yılları arasında oluşur. Yapılan araştırmalar sayesinde, beynin sağ yarısının duygusal yaşantıların, sol yarısının ise mantıklı düşünme ve kognitif süreçlerin hatasız gerçekleşmesi alanında işlev gördüğü kabul edilen bir realite. Bu bilgiyi farklı derslerimizde öğrenmemize rağmen, yüzümüzün, nörolojik olarak beynin sağ yarısı tarafından yönlendirilen sol yarısında daha fazla duygu belirtisi görüldüğüne hiç dikkat etmemiştim. Nitekim sol yüz kaslarının sağ merkez tarafından yönetildiği asimetri teorisini de göz önüne alırsak bu oldukça normal bir durum haline geliyor. Deneysel gözlemler, sağ beyin yarımküresinin algılamalarının bütünsel süreçler içinde gerçekleştiğini gösteriyor; ayrıntılar ve tek tek bölümler, ancak onları kapsayan bir bağlam içinde anlam kazanıyor. Buna karşılık sol beyin yarımküresinin algılamaları tek tek bölümlere yöneliktir. Daha çok ayırıcı ve kategorize edici anlamda analitiktir. Bu noktada Gruen’in ifadesiyle toplumsal normlandırılmış dilsellik gözlemlenir. Dil iletişim aracı oluşunun yanında, aynı zamanda algılama organıdır da. Ancak ilginçtir ki; algılama sistemi üzerinde dil, geliştirici olarak işlev görebildiği gibi, sınırlayıcı olarak da etki bırakabilir.
Bu noktada okuyucunun kafasında ister istemez birkaç soru beliriyor. Her iki beyin yarımküresinin etkinliklerini ve dolayısıyla kendimizin oluşum ve gelişim sürecini toplum nasıl etkileyebiliyor? Ve bu toplumsallaşma süreci boyunca bilincimize ne oluyor? Sol beyin yarımküresinde, toplumumuzda çok değer verilen ‘bilgiye’ dayalı yetenekler yerleşiyor. Bu şekilde empatik algılama yetilerimizden giderek daha fazla uzaklaşıyoruz. Sol yarım kürenin temel görevinin analitik ve dilsel etkinlikler olup, algılayışımızda toplumsal onay bulana dek filtreleme çalışmasına devam etmektedir. Yani Gruen’in ifadesiyle; bütünsel düşüncenin yerine yalıtıcı düşüncenin hâkimiyetine teslim oluyoruz. Çünkü sağ beyin yarımküresi parçaların anlamını sadece bir bağlam içinde görür ve işler; sol, yani baskın olan beyin yarımküresi ise parçaları bağlamdan kopuk olarak görür.
Varlığımızın oluşumu öncelikle başarılı olma anlayışıyla belirlendiği için, büyük ölçüde sol beyin yarımküresinin düşünme olanaklarıyla sınırlı kalıyoruz. Sağ beyin yarımküresinin geliştirici bilinci çoğunlukla devre dışı bırakılıyor.
Moshe Feldenkrais (1949), bilincimizin gelişkinlikten sınırlılığa kayışını bedenimiz açışından tanımlıyor. Feldenkrais, insanın, beden duruşu ve hareket ediş biçimi bakımından bir örneğe uyum gösterdiğini, ancak bunun bedeninin gerçek gereksinimlerine uygun olmadığını yazıyor. Bu iddiayı 1973’te Nobel ödülü olan Nikolas Tinbergen de destekliyor ve oturmaya, ayakta durmaya ve yürümeye dair katı tasavvurlarımız olduğunu, bunlara uymak için de kasılmış boyun kasları, gergin omuzlar ve sıkılmış kalça kaslarıyla dolaştığımızı vurguluyor. Ancak bunların bedenin gereksinimleriyle de pek bir ilişkisinin olmadığı da bir gerçek. Bu tasavvurlar, içimizden gelişmeyen, aksine bize dışarıdan dayatılan ‘olağanlığın’ bir parçası. Bize örnekler ve eğitim vasıtasıyla aktarılıyorlar, ancak biz bilincine varmıyoruz.
Gruen bu sürecin bizim için çok olağanlaştığı için ne olduğunu fark edemediğimiz bir itaatkârlığın ürünü olarak değerlendiriyor. Tasarımların bize sahip olmamız gereken duygular yoluyla aktarıldığını söylüyor. Öyle ki; bu duygu rollerini üstleniyoruz ve bunları kendi duygularımız olarak görüyoruz. Ama aslında farkında olmasak da sadece itaatkârız. Bu itaatkârlık yazarında değindiği gibi çocukluktan insanın ruhuna işlemiş durumda. Çocuk anne-babasının ilgisi olmadan hayatta kalamayacağı için, boyun eğmekten başka çare bulamaz. Terk edilme korkusunun yarattığı dehşet duygusu, boyun eğdirme baskısı doğuruyor. Bu yüzden de uyum sağlamak başlıca ilke. ‘ Tam uyum sağlamış bir insan ancak ‘doğru’ hareket ettiğinde doğruluk hisseder’ diyor Feldenkrais. Bu şekilde doğru hissetmekle sadece bize dışarıdan verilen bir bilince uymuş oluyoruz. Böylece kasılmış boyun kasları, gergin omuzlar ve sıkılmış kalça kaslarıyla dolaşırız ve kendimizi iyi hissediyoruz. Beden- bilinç ilişkisini daha anlaşılır hale getirirsek, şöyle açıklayabiliriz; erkekçe davranış portresine denk düşen tutumu, denetim, onur ve hâkimiyet ifade eden bir beden tutumudur: dik duruş, gergin omuzlar, askerce bir duruş profilidir. Feldenkrais (1978), bu konuda şunları söylüyor: ‘Eğitim anlayışımızda sonuçlara ağırlık veriliyor, buna nasıl ulaştığımıza değil. Ve bu tamamen gereksiz bir güç sarfiyatı pahasına yapılıyor.’ Sonuç olarak alışkanlığa dayalı davranış modu, buna beden duruşu da dâhil tekrar tekrar olumlu addedildiği için doğru olarak algılanıyor.
Arno Gruen, geçerli ve toplum tarafından onaylanan- sınırlanmış bir duygu dünyası gerektiren – bir beden tutumuna alışmak bilinçdışında gelişen bir süreç ve kültürümüzün karakteristik bir özelliği olarak nitelendiriyor. Araştırmaların önemli bir kısmı da duyguların hazmedilmesinde cinsiyetler arasındaki farklılık üzerine yapılmıştır. Genel olarak kadınların erkeklere kıyasla görsel alana daha bağımlı oldukları düşünülür. Ancak bu farklılık, içsel algılayışlarının temelde yadsınmasına dayanmaktan ziyade bir gizleme çabasının sonucu gibi görünüyor. Kadınlar, görsel olana bağımlıymış gibi görünmelerine rağmen kendi yaşamlarıyla gayet iyi başa çıkabilecek durumdalar. Buradan da toplumun oluşturduğu kültürel baskıyı cinsiyetler üzerinden sezmek mümkün.
Empatinin yitimi çocuğun ruhsal acısını ifade etmesine izin verilmemesiyle başlıyor aslında. Ancak bedensel acının toplumca kabul görmesinden ötürü çocuk ruhsal acılarını somatize ediyor ve böylelikle anne babanın ilgisini, şefkatini ve merhametini üzerine çekiyor. Fakat bedensel acının kabul görmesi çocukların bağımsızlıklarını kısıtlıyor. Gruen’in çok önemli bir tespiti daha ki; Anne- babanın, çocuklarının sağlığı için en iyiyi yaptıklarına inansalar da, acıma göstermeleri çocukta bir bağımlılık yaratıyor. Böylelikle de, ‘sahte’ acımayla -ki yazar burada acımanın kendisinin değil nesnesinin sahte olduğunu belirtiyor-gerçek duygusal süreçlerin algılanması engelleniyor. Ve bilinçdışına itiliyorlar, ama bu arada anne-babanın bilgiye dayalı açıklamaları yerine oturuyor. Eğer anne ile baba çocuğun beklentileri karşısında sadece sahte duygularla tepki verirlerse, o zaman çocuk kendisi için hayati önem taşıyan anne-baba temasını koruyabilmek için sahte duygular karşısında sanki gerçekmişler gibi tepki vermeye başlıyor.
Ve sonuç olarak çoğumuzun başkalarının yüz ifadesindeki gerçeği niçin göremediğini ancak böyle anlayabiliyoruz. Hayatta kalabilmek için sahtekârlıkla yaşamayı çok erken öğreniyoruz diyor bunun için Gruen. Tarif edilmez bir acıya katlanabilmek için görmemeyi öğreniyoruz resmen. Ancak böyle iz bırakıcı deneyimlerin sonucunda gerçek duyguları ayırt edemez hale gelmişsek, aynı şekilde gerçek niyetini dostça bir gülümsemenin arkasına saklayan bir suçluyu da fark edemeyiz, zamanla gerçek bizde korku yaratmaya başlar diyor yazar Arno Gruen. Çünkü başka insanların gerçeğini görmek, çocukken yaşadığımız umutsuzluk ve suçluluk bilincine dair duyguları tekrar uyandırır.
İnsan kendi acısını, başa çıkması olanaksız olduğu için yaşamından tamamen çıkartırsa, o zaman başkalarının yaşamını elinde tutma duygusu, bu iç boşluğu dolduracak bir ikame olur. Eğer kimliğimizi geliştirmede olanaklarımız kısıtlanırsa, kendimize yönelttiğimiz nefret de büyük oluyor ve bu kendisini, başkalarını bizim de cezalandırdığımıza inandırma eğiliminde gösteriyor. Böylece şiddeti azaltmak için uygun bir ölçüde karşı şiddet kullanma eğilimi ortaya çıkıyor. Şiddet hiçbir zaman ceza ve karşı şiddetle engellenememiş olmasına rağmen bu görüş her yerde destekleniyor. İnsan olmaya dair soruyu, ancak şiddeti haklı çıkartma anlamında yanıtlanabilecek şekilde sorarak şiddete şiddetle karşılık verme eğilimimizi akla uygun hale getiriyoruz.
Kitapta beni en çok etkileyen cümlelerden biri de yazarın şu ifadesiydi: ‘ bir insanın varlığının onaylanmaması var olmamakla aynı anlama gelir.’ Bu nedenli doğrudur tartışılır. ancak, okuduğum bölümler paralelinde anlaşılıyor k; bireyin empati yapabilir seviyesi, ne denli empatiyle kucaklandığıyla korelasyona sahiptir. Gördüğü eğitim ki bunu anne baba eğitiminden kültürün süreç içi eğitimi de dâhil çok önemli bir etkiye sahip. Çünkü kişi çocukluğundan itibaren hem kognitif anlamda hem de sosyal anlamda bu eğitimle şekle girmektedir.
Tanrı da aslında empati eksikliği yüzünden ortaya çıkan bir figürdür. Gözle görülemeyen, hissedilemeyen, bizle ilgileniyor mu ilgilenmiyor mu belli olmayan ve öldükten sonrası için bir takım vaatler veren kayıp bir figürdür tanrı.
YanıtlaSilAnne-babanın eşduyum yetersizlikleri kişinin benliğini sakatlar. Açığa çıkması gereken büyük güç, kişilikten ayrılır ve tanrı olarak kodlanır. Büyük bir yaşam coşkusu ve büyük bir hüzün, bir daha açığa çıkmamak üzere derine gömülür. Bunu az da olsa hissedenler ise manik olarak etiketlenir. Veya kişi bir takım güçlü iddialarda bulunduğunda, çevresindekiler rahatsız olur. Bu kişiler de narsisistik diye etiketlenir.
Neyse ben aslında sadece şunu sölemek istiyorum.
Tanrı yoktur.